13 Aralık 2013 Cuma

"TANRI ve ŞEYTAN İKİLEMİNDE BİR" Aydanur Saraç

"Charles Baudelaire" (1821-1867) |                        

Charles Baudelaire | Nadar

Bırakmıştı kendini koynuna sevgilerin
Süzüyordu divândan o güzel bakışları
Bir deniz kadar tatlı, bir deniz kadar derin
Kıyıya çarpar gibi ona vuran aşkımı.
Gözleri gözlerimde sanki evcil bir kaplan
Düşle dolu biçimden biçime giriyordu
Şehvete ve arzuya kucak açmış saflığı
Her tavrına yeni bir albeni veriyordu.

“Takılar” / Baudelaire
Türkçesi: Erdoğan Alkan
Yaşadığınız yüzyılın insanı olamamak çok kışkırtıcı olsa gerek. Ya da anlaşılmama durumunun anarşist duruşla ilişkilendirildiği bir çizgide sınırlandırılmış olmak. Orta sınıf bir ailede büyümüş, ihtirasları ile çevresi arasında kalmış genç bir insan düşününüz. Dayanma ve mücadele gücü, içinde yeni savunma teknikleri geliştirecektir. Bence Baudelaire bu kişiliklerden biri.
Çatışmalar ve engellemeler yıkıcı sonuçlar doğursa da diğer bir taraftan yaratıcılığı artırır. Nasıl eğitiliyor ve kendinizi nasıl eviriyorsanız, yanıtlarınız da o anlamda idealinizdekine yakın bir yere geliyor. 300 yıl önce –gerek sembolistler gerekse diğer akımlar içinde yer alan– edebiyatçılar kendi ideallerine ne kadar yaklaştılar bilmiyorum ama birçoğunun eksik ülküleriyle öldüğüne eminim.

Kötülük Çiçekleri | Carlo FarnetiBir sonsuzluk saplantısı

“Kendimi öldürüyorum, çünkü başkaları için yararsız, kendim için tehlikeliyim.” diye yazar, Baudelaire. Ve kendini yakaladığı derinlikte “yararlı bir adam olmak bana hep iğrenç bir şey gibi geldi” diyerek bir önceki düşüncesini de destekler. Yaşadığı düşünsel gelgitler, bilinçaltı ve bilinçüstü yolculukları, çoğunlukla kendi yalnızlığını, kararsızlığını, keşfettiği özel alanıdır da aynı zamanda. Ve çelişik ifadeler en çok da bu süreçte yaşanır. Çünkü yetersizdir, içinde bulunduğu bu sıkıcılığı anlamlandıramayacak kadar hayalidir düşünceleri. Öyle ki, bu duygusal gelgitler içinde kitabının ulaştığı başarı onu uzun süre mutlu etmeyecektir. Belki de kendi ilgilerini “ciddiye almadığı” içindir bu yılgınlığı. En çok bilinçliliğini bastırmaya çalıştığı süreçlerde patlama ve yeniden dirilmeyi gerçekleştirir. Uzun süreli hiçbir girişim ona göre değildir. Bir sonsuzluk saplantısı vardır ve onu tanımlayan varla yok arasında olandır. Dokunulandır ama aynı zamanda da ulaşılamayandır. “Göz ucuyla görülen”dir kanımca, bu da kayıp etme olasılığı ile içi doldurulmuş bir bakıştır. Bir çelişkidir belki de sonsuzluk onun için; bahsedildiği gibi, hem var olan hem de olmayandır. Kendini anlama ve tanıma biçimine “Her insanda, her zaman, eşzamanlı iki eğilim vardır; biri Tanrı'ya, öteki Şeytan'a doğru.” düşüncesi açıklık kazandırır. Farklı düşünebilen insan, aynı zamanda girift bir özellik taşır. Felsefecilerin aşkınlık olarak anlamlandırdığı bu durum Baudlaire'i anlatmaktadır. İki tezat yönelimin biri iyi olmayı, diğeri kötü olmayı simgelerken total olarak içsel dağınıklığına da işaret eder şairin. Bu baskılanma duygusunun, sıyrılmaların, ikilemlerin altında yegâne özgür olma/olamama kaygısı yatıyordur. Özgürlüğünün kaynağı kendisidir. Başkalarının yarattığı bir dünya değildir. O bu dünyanın içinde gelip uçurumun başında durur ve bakar, kendi içinde saklanmayı, kaçmayı bir oyun haline getirir. İçinde, büyümeyen, başkalarının yanında saklı kalan ve en çok da annesinin yanında ortaya çıkan bir çocuk taşır Baudelaire. 

Charles Baudelaire | Nadar“Hem putum, hem arkadaşımdın”

Annesine yazdığı mektuplardan anlaşılır ki, anne hem öfkesini kustuğu bir arkadaş, hem de bir limandır. “Durumumu sana açmak için ne zaman kalemi elime alsam, seni kahretmekten, zayıf düşmüş bedenini incitmekten korkuyorum. Her an canıma kıydım, kıyacağım, bundan hiç kuşkun olmasın. Beni çok, çok sevdiğini biliyorum; aklın kör ama yüce bir karakterin var! Canıma kıymam sana saçma geliyor değil mi? 'Demek yaşlı anneni, yapayalnız bırakmayı düşünebiliyorsun', diyeceksin. Buna doğrudan hakkım olmasa da otuz yıla yakın bir süreden beri çektiğim acılar bağışlanmama yeter. Allah korkusu da yok mu?, diyeceksin. Görünmez bir dış varlığın kaderimle ilgilendiğine inanmayı ne kadar isterdim (bu konuda nasıl içten olduğumu benden iyi kimse bilemez); buna inanmak için ne yapsam bilmiyorum ki? Ben senin yanında hep yaşayan bir varlıktım; yalnızca benimdin artık. Hem putum, hem arkadaşımdın. Çok çok gerilerde kalmış yıllardan tutkuyla söz etmeme belki şaşacaksın. Ben bile şaşıyorum. Belki de ölümü bir kez daha arzulamamdan, geçmişin, eski vakaların aklımda lif lif çözülmesinden kaynaklanıyor bu. Daha sonra, bilirsin, kocan, ne acımasız bir eğitim seçti benim için; kırk yaşındayım ve hâlâ o kolej yıllarını ve üvey babamın oluşturduğu korkuyu acıyla hatırlıyorum. Yine de onu sevmiştim, zaten bugün ona hak verecek olgunluktayım. Hasılı sakat tutumunu ısrarla sürdürmüştü. Bu meseleyi geçelim; zira, gözlerindeki yaşları görür gibiyim. Sonunda kurtuldum ama tümüyle terk edildim.
İnandığı ilkelerden sapmayan, inatçı, tembel, aşırı derecede uyuşturucu kullanan, cinsel açıdan kesinlikle tuhaf sayılabilecek biri olarak anlatır onu Sartre. İç disiplinle değil de güdümlenerek hızını kullanır. Bundan memnun olmasa da öyle olmasını ister. Kendisiyle verdiği savaşı sürekli canlı tutmasına, çok erken yaşlarda babasını kaybetmesi -baba sevgisini gözetmenlerinde bulma arayışı- ve annesine olan düşkünlüğünün ensest denilebilecek boyutlarda olması bir neden oluşturur. Ancak yine de yaşadığı süre içinde anneye maddi bağımlılığının devam etmesi ve buna rağmen kendini sefaletin içinde bulması, şair olarak oradan beslenmesini sağlamış olabileceğini de gösteriyor. Fakat aynı zamanda bir sona gidiştir de bu.

Kötülük Çiçekleri | Charles BaudelaireBireysel incinmişlikler ve psikolojik tepkiler

Paris Sıkıntısı ve Kötülük Çiçekleri kitaplarında bu hayal kırıklığı ve hayata karşı duyduğu öfke öne çıkar. Onu bu kadar öfkelendiren toplumun -burjuva devrimleri ile- kötü koşullarda yaşaması ve bu değişmelere toplumsal tepkinin gösterilmemesidir. Çünkü bu değişim halk tarafından bir tehdit olarak algılanmıştır. Şair bu kötü giden yaşam koşullarını iyimserlikle karşılamaz, bunları çok açık bir biçimde ürünlerinde anlatır. Sembolist olmasının yanında realist bir duruşu vardır Baudelaire'in. “Sıkıcılık” ve “Tepkisellik” onu anlatacak iki kelime olmasının ötesinde toplumsal tekdüzeliğe karşı geliştirdiği önemli savunma aracıdır. Fransız Devrimi'nin idealist yanı istenildiği gibi gerçekleşmemiş, aydınlar ve halk bu süreçten bir hayli etkilenmişlerdir. Şair olumsuzlukları anlatırken yolsuzluklara, yoksulluklara neden olanlara ve bu yükün altında ezilenlere de öfkesini dile getirir.
Genel olarak kişisel gerginlik ve öfke hali, bireysel ve toplumsal sorunların karşısında duyarlılık gösteren bir şairin iç sıkıntısıdır. İç döküm, iç haykırış yazılırken bireysel incinmişlikler ve psikolojik tepkiler de gerçeklerle birlikte verilir. O nedenle Baudelaire'in anlaşılmasını ağırlaştıran bir olumsuzluk olarak yansımıştır bu durum bana kalırsa.
Geçmişi ele alındığında: Charles Baudelaire'in babasının erken yaşlarda öldüğü, üvey babası tarafından, “Lyon Krallık Koleji”ne yatılı öğrenci olarak yerleştirildiği görülür. Ki bundan dolayı onu hiç affetmeyecektir.“Balkon” şiiri bu sürece aittir. Ölçüsüz tavırları nedeniyle liseden atılır, okulu dışarıdan bitirir.
Kötülük Çiçekleri | Charles Baudelaireİç karışıklığın yükseldiği dönemde, albay olan üvey babası onu Hindistan'a göndermek isterse de o, Bourbon adasında aile dostları olan, Adolphe Autard de Bragard'ların yanında kalır. Yolculuk sonrası “Albatros” şiirini yazar. “Sömürgeli Bir Kadına” şiiri yolculuk sırasında yazılır. O sürece dahil diğer şiirleri ise, “İnsan ve Deniz”, “Alıp Götüren Koku”, “Moesta et Errabunda” ve “Yolculuk” başlığını taşır. Tiyatro oyuncusu olan Jeanne Duval ile tanışır; “Elem Çiçekleri” onun için yazılır. “Füzeler”, “Çıplak Yüreğim” isimli şiirlerinde aşk ve kadın imgesi kullanılır. “Benim güzelimin tanımını buldum. Bu güzel, yakıcı, hazin, anlaşılmayı zamana bırakan, biraz kapalı bir şey. Fikirlerimi bir kadın yüzünü örnek alarak açıklayayım.” der.

Kalbin tüm kokuşmuşluklarına açık bir hastane

Fransız Devrimi sırasında (1848) Baudelaire barikatlarda yer alır. Bireysel bir başkaldırıdır da bu aynı zamanda. Üvey babası ve annesi ile –varisi olduğu 100 bin frank için– yol ayrımındadır. Bu anlaşmazlık büyük bir öfkeyi doğuracaktır onda. Aile kavramının parçalandığı bir süreçtir bu dönem. İhtilalden yedi yıl sonra “Modern Şiir'in ilk örnekleri arasında yer alan Kötülük Çiçekleri (Les Fleurs du Mal) ismi ile kitap olarak yayınlanır. Kitabın yayınlandığı yıl, bazı bölümleri gayri ahlaki olarak değerlendirilir ve dava açılarak “Takılar”, “Léhté”, “Pek Neşeli Kadına”, “Lesbos”, “Lanetlenmiş Kadınlar”, “Vampirin Değişimleri”, “Non Sataita”, “Güzel Gemi” ve “Kızıl Saçlı Dilenci Kız” şiirlerinin “aktöreye saldırı” olarak kabul edilir; “Aziz Pierre'in İsa'yı İnkârı”, “Habil ile Kabil”, “Şeytan'a Methiye” ve “Katilin Şarabı” isimli şiirleri de, “dinî inançlara saldırı” ithamıyla yasaklanır. –Yasaklama eyleminin günümüzde bir gelenek haline gelmesi ilginç bir tesadüf olsa gerek.– Théophile Gautier üstüne kaleme aldığı çalışma, Les Fleurs du Mal | Charles BaudelaireVictor Hugo'nun, Kötülük Çiçekleri üzerine yazdığı bir mektupla beraber yayınlanır ve Victor Hugo, “Elem Çiçekleri'niz yıldızlar gibi parlayıp, ışık ve kıvılcımlar saçıyor.” diye yazar. Bu beğeninin aksine başka bir yazıda kitabın rezalet olduğu, “İğrençlik, rezillikle dirsek dirseğe; kokuşmuşlukla çirkef kol kola girmiş” cümleleriyle verilir. Diğer bir yazı ise bu düşünceleri destekler yöndedir. Çünkü “Bu kadar az sayfada, bu kadar çok memenin ısırıldığı ve çiğnendiği hiçbir kitap da görülmemiştir; bu kadar iblis, cenin, şeytan, kemirgen, kedi ve kurtların cirit attığı başka bir kitap da yoktur. Bu eser, aklın tüm delilik ve saçmalıklarına kalbin tüm kokuşmuşluklarına açık bir hastanedir… Kötülük Çiçekleri şiir kitabı Madame Bovary kitabı ile kıyaslanır ve “roman bile ağzı süt kokan bir çocuk gibi kalır” denilir.
Bütün bu yazılanlara şairin de bir yanıtı vardır elbette: “Şiirin amacının şunu veya bunu öğretmek olduğunu düşünen bir yığın insan var. Şiir, gelenek ve görenekleri yetkinleştirmeliymiş, şuuru güçlendirmeliymiş, kısaca yararlı olanı göstermeliymiş. Kişi kendine eğilme, ruhunu sorgulamak, coşkulu hatıralarını yâd etmek istesin, yeter, o zaman şiir'in şiirden başka amacı olmadığını görürüz. Sözüme kulak verilsin, şiir gelenek ve görenekleri soylulaştırmaz, demiyorum; son amacının, hedefinin, insanları bayağı çıkarlar üzerine yükseltmek olduğunu yok saymıyorum. Söylemek istediğim şu: Eğer şairin tek amacı aktöreyi izlemek ve savunmak olursa o zaman eserinin şiirsel gücü de zayıflamış olur. Hatta denebilir ki, böyle durumda ortaya çıkan eser de kötüdür.” Bu tartışmalar uzun süre devam ederken aynı süreçte Poe'den yaptığı çeviriler kendi şiirleri ile yayınlanır. Reuve des deux Mondes isimli dergide de on sekiz şiiri çıkar. Le Pre'sent isimli dergide “Gece Şiirleri”. Artiste dergisi için de Flaubert hakkında analiz çalışmasını kaleme alır.
Yapma Cennetler | Charles BaudelaireBaudelaire'in sağlığı gittikçe bozulur. –Frengi hastasıdır; ancak yazma ediminden de uzak duramaz. Bunu afyon ve geyikotu gibi uyuşturucu maddeleri kullanarak gerçekleştirir. 1860 yılının Mayıs sonunda diğer kitabı Yalancı Cennetler (Paradis Artificiels) yayınlanır. 1864'te Le Figaro'da, altı şiiri kapsayan “Le Spleen de Paris”i yayınlanır.
Dönüp yukarıda onun için yazdıklarıma/yazılanlara bakıyorum ve Baudelaire profilini yeniden çiziyorum. Toplumsal anlamda ideolojik duruşu belli olmayan şair, bohem hayatı yaşar. İçsel bungunluğunu tetikleyen sosyal statünün sarhoşluğu, bireysel ilişkiler ve toplumsal alanda yaşanan kaos, onu ilginç bir sınıra getirmiştir. Kendisiyle uğraşan, kendini yoran, zaman zaman intiharı düşünen –başkalarına acı çektirme içgüdüsü ile olabilir– bir çizgidir bu. Elbette şair olarak yargılanması noktasında koyduğu tavır çok ciddidir ve şimdi için de bir örnek oluşturur.
Şairin ve –sembolist diğer şairlerin çıkış noktalarını oluşturan– klasik gelenek ve baskılara karşı şiirleriyle varoluşları, “avangard sanat” ve edebiyat için bir temel sayılmaktadır. Diğer yandan Baudelaire de olmak üzere özel yaşamları birbirine benzeyen diğer şairleri incelerseniz, temel olarak travmatik geçmişlerinin uzantısı olan duygusal tercihlerinin hep risk taşıdığı ve o risklerin bedellerini ödeyerek yaşadıkları görülür. Elbette sanat onlar için vazgeçilmezdir. Koşulları ve tercihleri ne olursa olsun, aynı anda iyi eserlerin de sahibi olunabiliyor pekâlâ.
                                                  
Not: Bazı yazılarda ve çevirilerde Kötülük ÇiçekleriElem Çiçekleri olarak geçmektedir. Aynı durum Yalancı Cennetler için de söz konusudur, Yapma Cennetler ismiyle dilimize çevrilmiştir.

Kaynaklar:
Jean Paul Sartre, Baudelaire, İthaki yayınları, 2003
Sinami Orhan, Charles Beaudelaire yazısı, 
Akademya'ya Doğru Kültür ve Sanat Platformu
~~~
mavi melek edebiyat, kültür sanat'
Sayı: 39, Yayın tarihi: 22/07/2009

19 Kasım 2013 Salı

YUNUS’TAN PİR SULTAN’A AHVALİUMMAN




Elimdeki çalışmaya bakıyor ve müziğin evrensel bir dilin temsilcisi olduğunu bir kez daha anlıyorum. Neden biri ya da birileri çıkar da yedi yıl bir sesin peşinden gider ki. Bir kuyuya taş atmanın dışında nedir bu gidiş? Reklamınız, arkanızda bir gücünüz yoksa ya da geleneksel dilin dışında bir şeyler yapıyorsanız ne bekleyebilirsiniz bu piyasadan? Elbette sanatçının sesinin gücü, yetkinliği özellikle besteleyen bir sanatçının diğerlerinden öne çıkan özelliği –belki- bu süreci bir parça kolaylaştırabilir ancak başka bir gerçek var ki; emeğin yanında finansmanın da çok önemli olduğudur. Diğer türlüsü akıntıya kürek çekmek demek oluyor. Ve bazen akıntıya doğru gitmek de gereklidir. Buna giden yolu belirleyen de sanırım amaçlamak ve inanmak olmalı.

Şehriban Ebem, yüreği sesi kadar gür, direngen, kendine inanan, ilkeli bir müzisyen. Onun için buna benzer övgülere devam edilebilir elbette. Ve hak ettiğine emin de olabilirsiniz. Kökleri sağlam bir aileden, bir kültürden geliyor. “İnsan kokusunu hissetmediği” yerde durmayan önemli bir anlayışı da taşıyor benliğinde. En büyük zenginliği de bu sanıyorum. Onu ilk kez Bartın Belediyesi sahnesinde izlediğimde ne büyük bir sorumluluk taşıdığına tanık olmuştum. Sahne soğuktu, o titreyerek konserini tamamlamıştı. Ve karşılığında ödülü sadece memnuniyet ve teşekkürdü. Bu çok önemli elbette. Amatör düşünmek ve bu duyguyu hissederek söylemek ama doğru söylemek. İyi bir iş her zaman karşı tarafa geçer, geç olsa da yerini bulur.

Bu yazıyı yazmaya karar verdiğimde -okuma yaparken- anladım ki müzik, mitolojik bir tarihle ve öyküleriyle hayatımıza giriyor. Hem insanı mutlandıran hem de tuzağa düşüren bir araç. Ve kışkırtıcılığı, gizemi nedeni ile mitolojiden günümüze diğer sanat dallarından farklı bir yere oturmuştur. Yrd.Doç.Dr. Recep Uslu’nun mitoloji müzik ilişkisi içerisinde ele aldığı “Harry Potter'in Anka  Kuşu Veya Müziğin Anka Kuşu "Kaknüs" (Müzik Mitoloji İlişkisinden Bazı örnekler)” yazısından -bu konuda çok fazla hikaye vardır aslında ama müziğin keşfi ve etkileyici gücüne örnek olması açısından- sadece iki alıntıyla yetineceğim, şöyle bahsedilir ilgili yazıda Doğu Mitolojisi’nden: ‘Hz. Süleyman'ın öğrencilerinden sayılan Pisagor’a üç gece rüyasında bir nurani kişi, falan deniz kenarına git, orada bir bilim bulacaksın’ demiş, “Pisagor gidip orada hiçbir şey bulamayıp geri dönerken orada bulunan demircilerin çıkardıkları seslerden müziği icat etmiştir” Pisagor ruhunu terbiye için uyguladığı riyazet metoduyla gezegenlerin bulunduğu semaya kadar çıkar ve feleklerin hareketinden çıkan müziği dinlermiş.”

Yukarıda bahsedilen müzik ve tuzak ilişkisine denk düşen diğer bir –mitolojik- öyküyse Kaknüs adı verilen kuşla ilgilidir. Gagasında yüzlerce delik bulunan ve hiç eşi olmayan bu kuş “eş bulmak ümidiyle tatlı tatlı ötermiş. Gagasındaki bu deliklerden çıkardığı ötüşlerin/ nağmelerin etkisine gelen diğer küçük kuşları yiyerek beslenirmiş. Çok uzun yıllar yaşar, öleceği zaman ötmesi çoğalır, sonra birden alev alır ve kül olurmuş. Küllerden yeni bir yavru Kaknüs kuşu doğarmış. Bu kuşu merak eden bir filozof, uzun arayışlar sonunda onu bir ormanda bulmuş ve günlerce onu izleyip nağmelerini dinleyerek müziği icat etmiş”.. Bahsedilen Kaf dağının arkasında olan Zümrüdü Anka (Simurg) kuşudur aynı zamanda. Ya da batıdaki adıyla Phoenix efsanesidir. İnancın ve hırsın timsali olan ve amacını gerçekleştirmek için zorlu bir yolculuğa çıkılmasına neden olan gizemli bir kuşun ülkesinde tınıya karşılık bir bedel vardır. Yunan mitolojisine bakıldığında ise eğlenceli bir yaşamın aracı olarak görülmekte müzik ve daha çok tanrıların gölgesi altındadır. Her iki öyküyle başlayan serüven yüz yıllar sonra artık hem bireyin temsil ettiği hem devletin desteklediği bilimsel bir çerçeveye oturmuştur. Okulu vardır ve müziğin temellendirildiği yer buradan gücünü alır. Sanıyorum bilimsel bir yanı olması ve doğrudan müziği ilgilendirmesi açısından bu çok önemli bir ayrıntıdır.

Konservatuar mezunu olmayan birçok sanatçı gibi Şehriban da müziğin yaratmış olduğu sihrin fazlasıyla farkındadır. Ama ayakları yer basan bir farkındalıktır bu.
Her zaman söylerim ses sözden önce varıyor kulağa. Çünkü ritim ve ileti müzikal bir dille daha kalıcı oluyor.  Diğer taraftan şiirle müzik arasında aslında bir akrabalık da kuruluyor. Bakınız mesela yunan mitolojisinde "Muse/ Musi" etkili söz, şiir anlamına gelmekte ve iki kelime Arapça'da birleşerek Musıki olarak geçmektedir. Freud ne zaman insem şairler benden önce oradadır dediği insan beyni sanırım önce sesleri algılıyor. Bu bir avantaj elbette. Sözlü ve yazılı edebiyatımızda yer alan şiirin tek doğrusunun ve yorumların kişilerin beğenilerine özel olması müzik sanatının oturduğu tahta oturmamasına neden olsa da şiir ve müziğin buluşması birbirleriyle örtüşecek güfte ve beste ilişkisinde de paralel gider. Bu da sesin ve sözün yakaladığı ayrı bir sinerjidir. Sanatçısı açısından hem yazmak, hem bestelemek hem de yorumlamak üç ayrı altın bileziğin kola takılmasıdır bana kalırsa. Sırası gelmişken onun öykü yazdığını ve bunları radyoda dillendirdiğinden de söz etmek gerekir. Çalışmalarını sesle buluşturuyor olmasını sanırım bir heves olarak görmemek gerekir. Hani bunun kıskanılası bir durum olduğunu da söylemeliyim.

Şehriban şarkılarını bir felsefe çerçevesinde seslendirmiştir. Sözler Yunus’tan, Pir Sultan Abdal’a varan bir çizgide biriktirilir. Yaşamı anlama, anlamlandırma noktasında bireyden uzaklaşarak diğerlerinin de içinde olduğu bir dünyadan bahseder. Önemli olan insanın kendisidir. Yaşadığı dünyadan edindikleri serveti değildir. Servet manevi olandır çünkü her iki büyük ozanın cümlesinde geçerli olan budur. İyi bir sesin profesyonel bir ruha taşınması ehli ellerin içinde olduğu bir çalışmayla da taçlandırılır kuşkusuz. Can Atilla işte bu noktada keyifli, insanın içini ısıtan, sinen bir çalışmaya imza atmış bulunmakta. Sadık Aslankara yazısında Şehriban ve Can Atilla işbirliğinden bahsederken haklı olarak iki noktaya dikkat çekmiştir: “Çalışmanın içselleştirilme sürecindeki” yakaladığı doygunluğa ve “Bu konuda duyulan güvenin disiplinle karılarak sürdürülmesi” konusuna. Uzun yılların, sabrın ve inanmanın eseri olan ruhla, Can Atilla’dan istenilen ruh da oradadır.

Şehriban Ebem, uzun yıllar emek verdiği bu çalışmayı sponsor olmadan, fizik mühendisliğinden kazandığı ve biriktirdiği parayla yapmaya çalışıyor. Neden yedi yıl sürdüğünü merak edenlere söylemek isterim. 

                                                                                                                                  Ankara 2009


bu yazı,  ağustos 2013'de http://yerelce.wordpress.com de yayımlandı.







1 Kasım 2013 Cuma

Cennet Bilek ve okur ilişkisi üzerine…

Cennet Bilek adını öncelikle, biyografik anı romanı olan “Silvan’da Ağıt” la ve derleme çalışması olan, aramızdan ayrılmak zorunda bırakılan devrimcilere bir saygı kitabı olan “Her Zaman Yaşamak”la  duyduk, daha sonra bir  yurtsuzluk ve de göç hikayesini konu alan romanı  “Babil’ de Sürgün”le  ve sonra bu romanın bir devam niteliğinde okunabilecek olan ya da ondan bağımsız da okunabilecek romanı “Kabil’in Gölgesi” ile, yine biyografik roman olan  “Bektaş’ın Sırrı” ile, tüm yazılarını topladığı “Aşk Anarşisttir”le tanıdık. Ve her bir romanı iyi bir okuyucu kitlesi ile buluştu. Bir yazar için kuşkusuz önemsenecek bir durumdur bu.
Böyle bir cümle kurmuşken, yazarın okuyucuları tarafından sevilmesini neye bağlamak gerekir diye de sormak istiyorum kendime. Elbette bunu Cennet Bilek’le ilişkilendirerek sorgulamak isterim. Yazarın ilk kitabı olan “Silvan’da Ağıt” ı okumak gerekli yazara ait bir fikir oluşturmak için. Çünkü aynı ülke içinde yaşayıp, bilmediği bir kültürün içinde, bilmediği bir dille eş, kadın, toplum içinde birey olmanın zorlukları burada başlıyor. Ve yaşamın, siyasetin, ideolojinin insan kıyımına gelip dayandığı bir çemberde birey olmak hem çok usandırıcı hem de vazgeçmeyi gerektiren bir nedendir. Ama inanıyorsanız, tüm trajedilere rağmen “hâlâ varım” diyorsanız yarın için de bir umut vardır demektir. Cennet Bilek bu umudu hem taşımış, kardeşliğin, barışın, sevginin geleceği inşa edeceğine inanmış. Yok olmayı anlamlandıramamış ama bilmiş böyle bir şey var. Ve onu yazmaya iten de bu inanmışlığın yarattığı sezgiselliktir.
Bir birey olmanın ötesinde sosyal yaşam içerisinde ona yüklenen sorumluluk, temsil hakkı bir aydın olarak yaşadığı toplumdaki olaylara karşı duruşunu da belirlemiştir. Koşullarını zorlayan, akıl sınırlarını aşan bunca toplumsal trajedi karşısında varoluşunu belirleyen yine insan oluşudur. Yürekli bir duruş sağlayışıdır.
Bu nedenledir ki, ilk romanı ile başlayan yazma serüveni içerisinde yayınladığı diğer romanları, gerçek anlamda hayata bakışını, düşünsel dünyasını, giderek yozlaşan ve bitirilen bir dünyanın hüznünü, uzaklaşmaları, ötekileştirilmeleri, aşkları, umutsuz aşkları anlatan eserlerdir. Ki bunların hiç biri yeni moda bir değişiklik değildir, insanın var oluşundan bu tarafa devam eden bir trajediyi de içinde barındırır. Ve doğal olarak da yazarın malzemesi olmaya devam edecektir.
Aşk Anarşisttir yazılarına bir göz gezdirdiğinizde, feminist bir ruhu hissetmeniz normaldir. Bir anarşist gibi itiraz eden, yok sayılmalarda safını belirleyen, bir kadın olarak var oluşunu değerli kılan ve karşınızda doğruları, inandıklarını işaret etme hakkını kullanan bir yazarı görmeniz de size garip gelmemelidir. Çünkü yaşadığı ülkenin sorunlarına, dayatmalarına söz söyleme hakkını görmek gereklidir. Yazar yukarıda bahsettiğim tüm eserleriyle bunu pekâlâ gerçekleştirmektedir. Yukarıdaki soruma bir yanıt vermem gerekirse bahsedilen bu ortak geçmiş, yaşanmışlıklar, kendini ötekinin yerine koyma, bu koyuştaki samimiyet okuyucuyla buluşunca, onların hayatlarını anlatınca, açık seçik bir dil kullanınca okuyucu yazarını seviyor, yazdıklarına da ulaşma isteği duyuyor.
Cennet Bilek’i romanlarıyla tanıdık demiştim yazımın girişinde, şimdi bahsedeceğim yeni kitabını da o listeye memnuniyetle eklemek istiyorum. Söylemeye çalıştığım, Sınırsız Yayınları’ndan çıkan “Geçtiğin Yollar Benim” şiir kitabıdır. Elbette diğer romanlarına konu olan bireysel yaşam biçimleri ve toplumsal olaylar, aşklar, terk edilişler, ölüm korkusu, ötekinin açtığı yaralar, kendi yaralarımız vb. şiirlerinin de konusu, yazar mitolojik öğeleri kullanarak sorgulamalarını bunun üzerinden yapıyor. Belki de kitabın geneline yayılmış bu mitolojiye yaslanma hali ilginç bir şiir kitabını da ortaya çıkarmış oldu, zira mitolojik dağarcığınıza yeni isimler eklemeyi gerektiren türden bir okuma yapmanız gerekecek. Şiirleri okurken çeviri şiiri tadını hissettiren bir doğal söyleyişi görüyorum. Roman dilinin olanakları bu rahat söylemi kolaylaştırmış olmalı. Duyguyu karşı tarafa geçiren, hissettiren, düşündüren şiirler okuyorum bu kitapta ve bakıyorum Cennet Bilek’in o hümanist yanı sadece romanlarına değil şiirlerine de yansımış. Bu duyguyu çok iyi irdeleyen  “babamın eli”, şiirinden alıntı yapmak istiyorum; eli havadayken ölmeliydi babam, evin en karanlık ruhuydu, kaşları titrediğinde zebaniler geçerdi, tanrının suretiydi babam… Baba sadece “beni” yaratan değildir, erdir, kardeştir… Koşullanmayı ifade eder, kuralı, gücü. Her şeyi temellendiren benlik gücüdür, öncelikleridir bireyin. Ve bu kuşatılmışlık içindeki güç erkek olmaktır. Yazar baba figürü ile ilişkilerdeki en olumsuzu anlatmıştır belki de, kenar mahalledeki, varoşlardaki, kentteki, köydeki baba modelini, er modelini, kardeş modelini.

Hayat biraz da başkasına benzemek değil midir? Başka ben yaratma uğraşı. Ben kalma savaşı! Sevgili okuyucular,  romanlar ve şiirler ve hayat! Hepsi sizin okumalarınızla değişecek, tüm iyi romanları, iyi şiirleri seviniz.

- Bu yazı Akköy Dergisi'nin 2013/78. sayısında yayınlanmıştır.



Celal İnal/  Kıvrılarak İçine Dön Söz ve Anlam:
Aydanur Saraç’ın “Mesafeler”i

1997 yılından itibaren farklı edebiyat dergilerinde şiirleri yayımlanan Aydanur Saraç’ın 2003 yılında “sonra güller kırmızı” ile başlayan şiir serüveni şairin ikinci kitabı: “Mesafeler” ile devam ediyor.

Bir dönem tiyatroyla ilgilenen şair, aynı zamanda tutkuya dönüşen ilgiyle eski kapıları ve damlaları ölümsüz kılmak için fotoğraflamış.
Hayattan daha fazla yansımaları ile ilgili.
Boşluğu tasarımın ana ögelerinden sayanlardan. Kitabın epigrafı da bunun kanıtı: “en büyük yanılgıdır bir boşluğa inanmak / yine de inanır insan”.

Kitabın temel izleklerinden olan hüzün, ayrılık ve yalnızlık erotizm ile taçlanır. Mecazlara boğmadan eşyayı adıyla çağıranlardan Aydanur. Ayıp adlı şiirlerinde “arınsın günahtan dudakların diye, tüm yalanlarını bağışlayacak geceye / geceye bak çıkarmış dantelasını / mahrem yerimden öpüyor beni” (s.9) derken de sakınmaz sözlerini.
Hayat “göğüslerinden çekiştiren çocuğa” benzer. Unutabilmenin erdemine dikkat çeker aynı şiirinde:
“bu yara iyileşmez / sen unutmazsan eğer”.

Ayrılığın sesine rengine dikkat çeker.
Sabah yeli ile dalda eriyen çiğe, düşen damla ile yenilenen aşka dikkat çeker. (Satır, s.12)

“Akan kordur, sardunya
 , kokulu aşk” (İç, s.13)

“bir sırrı taşır gibi, geçerken ayak izlerinden” (İç, s.14)

sisli odalardan bakar hayata

“…geçer gibi yangının, bu acı, 
ellerinden kalan mühürse varsın kanasın içim” (İç, s.14)

içimizdeki nar için yeni masallar anlatanlardan…

Ayın eşiğinden geçip arsız rüzgârlarla boğuşarak kuruyor şiirini…

Düş evrenindeki her ev ancak hüzünlü bahçesiyle anılmaya değerdir onun için.

Şiirleri, çok yüzlü bir ayna tutar hayata, kayıtsız kalamayacağımız duyarlılıklara…

“…uzun bir yola bakar gibi… ustalık işidir yaşamak” (İnanç, s.20)

“…ki pas demeniz incelikler ânı,
 varım deseydi eliniz bu kumar hiç bitmeyecekti…” (mesafeler, s. 21)

“…en çok gündüzleri bakmalı suya,
 mesafeler dar sokak gibi uzamamalı…” (mesafeler, s. 21)

“… dilimin öpüşteki hissizliği bu yüzden…” (inkâr, s. 22)

Kadınlığın hizmete koşulan inceliklere indirgenmesine karşı çıkanlardan…

“…bilin ve sırrımı ilkel yanıma verin” diyor Bulutlu gece’de…
“içi çürüyen çınarın tözü”ne dikkat çekerek

Umudu her ne pahasına olursa olsun yitirmeyenlerden…
“bu yüzden içim bulutun yağmura, 
durmasıdır, bir taşın diğerine durmasıdır, 
bir böceğin diğerine,”

Hep bir yalnızlık izleğiyle anılacak olan “sahradan” (s.24) adlı şiirinde, gecenin gergefine takılmış kara bir elmas gibi yanan ateşe yüzünü dönenlerin şiirini yazıyor
Ona göre aslında başka baharlar ve yorgun sulara yapılan uzun bir yolculuktur şiir. Sözcüklerin günebakan gibi size dönen boyutunu, dizelerin iç dünyanıza yapılan kesintisiz yolculuğunun şiirini yazar.

“başka baharlara çıkmalısın
venüs tepesine çıkartmalısın, indirmelisin ıslak mevsimlere 
kendini, usul usul, 
bu sular yorulmalıdır artık” (içsel konuşmalar, s. 25) 

Karanlığın kendimize yaptığımız en yalın ve çıplak yolculuğa yol açtığını, sıcağı ve soğuğu da bu yüzden sevmemiz gerektiğini dile getiren bilge bir deyişle karşı karşıya kalırsınız:

“… parmak uçlarında oynaşan, 
serçeyi sevdi, sıcağı soğuğu sevdi 
ve dervişten öğrendi, 
karanlığı” (kış uykusu, s.28)

zaman hızla geçiyorken biriken suyun sadeliği kadar yalın bir hayatın izini sürenlerden:

“hızla geçiyor zaman, biriken suya benziyorum,
 savrulan kuma,” (giderken, s. 29)

“bitirilmiş bir çağ”ın sözcüsüdür, akıp giden hayatın… “…öznelerin önemi yok, yoruldum dindirmekten ağrımı bırak, içimde ne varsa taşsın bir yaprağın en olmadık kıvrımından sürmesi gibi…” “eski esriklik, s. 32)

Çalınmış harflerle yazılan öykülerin takipçisi.

“Frida için” adlı şiirinin şu dizeleri de kanıtlıyor ki en temel izleklerden biri olan çocukluk Aydanur için de onsuz olunamayan kaynaklardandır:

“… çocuk olmalıydım, döndüğümde
 bulmalıydım kendimi,”

Bütün anlatma çabalarına karşın gizemi yine de korur. “kendini saklayan içdeniz”dir, farkında olunmadan “içinden geçilen ayna”(nar için, s.40).

“İçinde bitmez bir kokunun”, yanlış zamanda açılan aldanmış, savunmasız erik çiçeklerinin sözcüsü. (anlam için, s. 41).

Sözcüğün bütün anlamlarıyla şiddeti öteki’ne değil de kendine yönelten insanların derin sabrına ve direnme gücüne dikkat çekiyor:
“… ne kadar vurabilir insan aynı
 
yerinden kendini…” (lâl ve şarap için, s.43)

Şiirlerinde yer yer aşk döner kırık bir siyaha… Dışa değil, içe dönük, içsel olanın derinliğine ve gizemine…

“…ancak bir orman
 gömer uğultusunu içine…” (öp için, s. 49)

Gürültünün değil sessizliğin yanında, sessizliğe bakmanın öğrenilebileceğine inananlardan… Zaman zaman içinden bir çölün tüm sertliği geçenlerden… kalp ağrısının sisi anımsattığı zamanlardan haberdar. Yüzünü yağmur sonrası avluların serinliğine dönenlerden… (aşk için, s. 52).

Doğanın onsuz olunamayan bir parçası gibi:
 
“… birikmiş suya 
benziyorum, tortulaşmış taşa…” (zaman için, s. 55)

“kilitlenmiş göğüs kafesi”yle hayata katılanlardan, “göğüs uçlarında kim bilir kaç parmak izi” (sen izi, s. 57) hatta “göz izi” (incinme için, s. 58).

Bazı yolculuklar bitsin istemezsiniz, bazı filmler sizi koltuğa yapıştırır, bazı tatlar damakta kalsın diye uzun sürer fasıl, adından itibaren öyküsüne birinci elden tanıklık ettiğim “mesafeler”i okuyup okutunuz…

Yitireceğiniz zamana değecek.


-Bu yazı Akköy Dergisi'nin 2013/ 78. sayısında yayınlanmıştır.

1 Ağustos 2013 Perşembe



















cezayir menekşesi
 
sırf merakından vazoda
cezair menekşesi, ölümün elma
kokularıyla geldiğini bilmiyor
                           çiçek kokularıyla,
tenimi soyuyorlar kıyasıya ve
gülmüyor ne yazık ki, kaç kez geçiyor
                    bu yoldan
                    kelebeklerle kiraz kurtları

ne denli ince, nedenli oyunlardan çıkıyorsunuz, kendiniz olabilmemin
ağırlığı akıyor rahminizden,
                      baladlarını
söylüyor ortaçağ rahibeleri,
bir şey bile olmayan yanını seviyor ikizim, şarabıyla yıkıyor
                              kendi beğenmişliğini    
        
Furuğ pencerede,
yüzünden sürülen şiirler yazıyor,
nice güneş yanığı içinde, kavlıyor
kavlatıyor da yerini tutmuyor
            yeni gelen,
            oruçlu bir kentliyim artık,

diyorum uzun bir geceye uyuyordur
herkes, dünküne benzeyen bir yanılgıydı yaşam, öğrenmiştir nasıl geldiğini
                        ölümün cezayir menekşesi

"çilekler üşürken" büyüsü üzerine



“Ben sizden bir kez keder istedim”
Durup dururken bir keder neden istenir, sahiden hiç neden yokken mi istenmiştir, bir şairin iç kasvetinden midir kederi isteyişi? Değildir. Değildir de, hayat hep soruları değiştirerek tersten sormaya devam ediyor. Söyler misiniz, kalbiniz en son hangi kederden döndü? Dönmedi mi yoksa! Kalp bu, taş değil değil. Yoruyor, yoruluyor da istiyor ki, bir dize nasıl bir aşka yol olur, öyle yol olan, can olan, kavrayan bir göz daha baksın yakından. İyi de neden -en çok da- en yakınımızdakiler, hep bir ağrı bırakır giderken? Ellerimizin çatlayıp döküldüğünü görmezler mi, bu saçların, bu gözlerin, bu sesin titrediğini, neden iyileştirip de gitmezler? Onlar da kalanı sonsuz bilmektedirler sanırım. Bir çınar gibi orada, acısıyla! Ama haksızlık bu!
Uzun, upuzun yalnızlıktan mı geldiniz, gecenin en demli, en mahrem, en acımasız maskesini takıp, neden geldiniz peki? Çilekler üşüyor biliyor musunuz? Ve iyileştirmek için dokunmak gerekiyor.“Bilmeliydim, hangi yağmur ıslatır buradan geçerken/ hayat… hayalden kaçan ilmek/ tutacaktım bıraktım.” Bir şair, tüm ilmekleri böyle ustaca atarken neden bırakır. O hayal durup karşında sormaz mı, beni nasıl ve neresinde unuttun zamanın ve zaman ki, kanatlı bir albatros, yıkıyor önüne geleni. Ben senden keder mi istedim? Hoyrat bir geçmişi yazmak, öldürmez mi beni? Öldürür, öldürür de ah perdelerini açan bir oyundan çıkmıyoruz ki. Bu başka bir şey!
Bir yüreğin hayat karşısındaki, incelikli duruşu, göğsünü gerişi, kendini parçalayışı, sonra yeniden iyileştirişi! Ne büyük güç ister, ne büyük diriliş. Hangimiz bu kadar güçlüyüz. Tanrının bir bildiği olmalı. Sınanmanın sonu yok çünkü içimizdeki keder gelip söze damıtmışsa kendini, bir şey var demektir. Çünkü bu büyünün,  sözün kendi olmadan gelip secdeye durması değildir. Zaman dışıdır. Sizin dışınızdadır. Siz sadece bekleyensiniz. Şimdi düşünün insan olma halinizi, size ait olan yalnızlığınızı. Ne diyor şair, “Peki, şimdi bu eller… saklı bir yara gibi, oysa onları banyoda üzerlerini örte örte, sancılı bir mevsim gibi gizledim, yüzümde açılan tülleri kapatırken…” Bu eller, bir taş ustasının, bir maden işçisinin, bir gönül işçisinin yarasını taşır, bu eller gömülür kara bir elmas gibi saklanır, ama hayatın o en kötü, en pis hali geldiğinde ışığa, daha çok iyileşecek yara. Tüllerini kaldır şair, mateminden uyanmakta, savrulmakta içinde ki elem. Artık mevsim sancısını bırakmakta..! Ve burada okuyucular için bir dipnot düşmek isterim, bilmelisiniz ki herkes kendi iç bağını çözüyor kapısına ve oradan geçiyorsanız, nasıl ağır bir taşı sürükleyeceğine tanık olacak kalbinizin. Ama siz hala orada iseniz her şeye rağmen hayat, hala o taşları atmak için bir sebep de taşıyor demektir.
Sevgili Zeynep Kurada kitabına başlamak ve onu okumak evet bir büyü. Dizeler arasında saklanan inceliği, içsel bir haykırıştan toplumsal sızıya geçişi, sessiz, kendi içini yaran anlatımıyla yüreğinizin ortasını buluşu tam da ona özel bir aktarış. Şairine benzeyen şiirler buluyorum her okuyuşumda ve şiir deki öznenin tam hayatla bağı koptu derken hep bir pencere açıyor olması da, o arkada kalan kendini gizleme mütevazılığına denk düşüyor, sürpriz bir şekilde şaşırtıyor olmasına! Onun şiirlerini okurken – tüm şiir kitaplarının ortak özelliğidir bu- bir şekilde atladığınız, pas geçtiğiniz duyguları, o duyguların incinmişliğini de fark ediyorsunuz. Şiir öğretmez elbette, şiir sezdirir, hissettirir ve de ruhunuza inerken kendi dizelerinizi de çıkartır ortaya. Ve bir bakmışsınız siz de kendinizi anlatıyorsunuz. Her şiir böyle okunabilir mi hayır elbette ama bir karşılık da buluyorsa not edilmelidir.
“Çilekler Üşürken”in şiirleri yazılırken bir başlığa gerek duyulmamıştır. Uzun nehir şiirlerdir, bu şiirler içinde iyiler, kötüler, aşklar, büyük aşklar, küçük aşklar, küçük insanlar, büyük insanlar vardır, her biri renklerini bırakarak gitmişlerdir. Ama bilhassa sizin dışınızdakilerin, “dışarıdakiler”in yarattığı o bencil, travmatik, destursuz alan açmalarına, dayatmalarına, yaşam pratiğiniz de tanık olduğunuz gereksizliklere bir bakıştır da bu. Tersten okumadır belki de. Şiir evet öğretmez ama tanıdıksa serüven, acıtır. Acıtırsa bir yerlerde kalır. Bu anlamda güçlü bir tarafı da vardır şiirlerin. Şiiri anlama ve de içselleştirme noktasında ölçü, teknik değildir, ölçü siz de ne kadar yer açtığıdır. Bu kitaba bir bakın isterim, yazıyı yine şairin güzel bir şiiriyle bitirmek isterim.
az önce buradaydım, nereye gittim/ tuz ve yara ateşin birleştiği/ tesadüf kalemimdeki gizli anka,
acı, ay dağıldı, tende ikinci mevsim/ geciken perde, başkalaşan bir yaşam…
                                                                                                                         2013/ankara