17 Ekim 2008 Cuma

YÜZLER, HAYATA AÇILAN BAHÇE KAPISI

İşçilerin harç hazırladıkları küçük kum tepelerinde göletler oluşmaya başlıyor. İlk katı çıkılan inşaatın üstündeki işçiler - inşaat oturduğum balkonla aynı paralellikte olduğu için rahatlıkla onları görebiliyorum- uzatma kalıplarını taşıyorlar. Aşağıdan biri uzatıyor, yukarıdaki alıyor, o yanındakine, yanındaki diğerine, diğeri de bir diğerine derken, böyle devam ediyor bu ilişki.

Evet ilişkiler bir şekilde yatağını buluyor. Doğrusu çoğu insan için yatağını nasıl bulduğunun da bir önemi yok . Her gün aynı filmi izler gibiyim. Bu şehir aynı hayatın tekrarı. Komplekslerini gideremeyen, içsel travmalarını onaramayan bir sürü insanın iç dökümünü hissetmeniz mümkün. Elbette bu tramvayın içinde aynı karede oluşunuz sizin de o insanlara, kendinize ve o şehre bakışınızı tembelleştiriyor. Herhangi bir ayrıntıyı kaçırma ihtimalini bile ciddiye almayabiliyorsunuz. Öte yandan, kültürel anlamda bir değişimin yaşanmadığı, amaçsız ve de gereksiz yapılanma almış başını gidiyor. İsterdim ki karşımda yükselen bu bina tiyatro, sinema, konferans salonu ve bir misafirhanenin de içinde olduğu bir kültür sarayı olsun. Onca zamandır dişe dokunur bir değişmenin, gelişmenin(!) olmaması hayal kırıklığı yaratıyor. Yatırım kültüre değil daha çok para akışının olacağı alanlara yapılıyor. Belki de bu nedenle birbirimizi ciddiye almıyor ve görmezden geliyoruz. Ya da önemsemediğimiz için yatırımı farklı alanlara kaydırıyoruz. Birilerinin bir bildiği olmalı... Tüm bu rutin faaliyetler sürerken, inşaat malzemelerinin konulduğu adada, kadınların – kıştan yaza, yazdan kışa geçerken yaptığı - geleneksel hazırlıkları da devam ediyor.

Apartmandakiler, camlardan sarkmış hem laf atıyor –yerdeki yüncü kadınlara- hem de pencere camlarını parlatıyorlar. Belli ki birbirlerini tanıyorlar ve komşular. Kadınlardan iriyarı tombulca olanı, elindeki ince değneği yüne vurdukça, bir toz bulutu kalkıyor, çok uzağa gitmeden dağılıveriyor. Diğer kadın yünlerin keçeli olanlarını -uzaktan anlayabildiğim kadarıyla- parmakları arasında bir sağa bir sola çekiştiriyor, olmadı yün döven kadının önüne tekrar atıveriyor. Üçüncü kadın dövülmüş yünleri şöyle bir havada sallıyor –çamaşır çırpar gibi- bu işlemin ardından başka bir serginin üstüne yünleri taşıyıp özenle seriyor. Bu kadar özenle ve tek kat halinde sermesinin amacı yünleri havalandırmak ya da daha kabarık olmalarını sağlamak olmalı...Birkaç sattir süren bu yorucu işe ara vermek üzereler, dördüncü kadın bir köşede yemek hazırlığında çünkü.

Yerdeki işçilerin birkaçı kumu karıştırmaya, arabacı da harcı taşımaya çoktan gönüllü olmuş ancak havada bir memnuniyetsizlik, bu olumsuzluğa ek olarak bir salâdır yayılıyor şehrin içine.

Güzel bir ses ve günlerden cuma değil; birisi mi yoksa...

Kadınlar koşturuyorlar; oysa tam bir şeyler yiyeceklerdi –ki- nisan yağmuru ben geldim diyor, yer sofralarına. Hemen toparlanıp gitme isteğindeler. Aç kaldıklarına mı yansınlar, yünlere harcanan onca emeğe mi. Sonra onları kurutma meselesi…

Apartmanlarda bu hengame oldukça zor yaşanıyor. Bahçeli müstakil evlerde öyle mi…Hele küçük bir de havuzunuz varsa. Bir taraftan yıllanmış yünler imece usulüyle yıkanır, diğer taraftan bahçe duvarına serilir, kuruyan yünler geniş balkonlarda dövülerek açılır, öbür taraftan motif işleyen yorgancı kadınlar... Eskiden çeyizlerin baştacıydı bu yorganlar; sobalı ev sayısı azalmaya başladıkça, el emeği göz nuru bu yorganlar da mahalle aralarına sıkışıp kalıyor artık.

İşçiler yağmura aldırmaksızın çalışıyorlar; içlerinden biri -sigarasını yakmak için olabilir- olduğu yere kıvrılıyor, diğeri onun yanına, bir an, bir bakış, uzun bir nefes…Kimlere, kime gider, kimden döner... Ötekiler inşaatın içinde ve üstünde durmadan hareket halindeler. Balkondan anlayabildiğim kadarıyla bu döngünün arkasında sıkışıp kalan sessizlik, su motorunun da çalışmasıyla koca bir kent kirliliğine bırakıyor yerini.

Oturduğum yerden kuş seslerinin geldiği tarafa dönüyorum. Yaprakları yeşillenmiş ceviz ağacı ve onun aksine miskinliğini koruyan dut ağacına konan kuşlarla karşılaşmak içimi rahatlatıyor. Anlamadığım bir dil kullandıkları kesin. Kendileri dışında ne varsa onlardan büyük. Her şey iktidar sahibi. Küçük bir çocuğun attığı minik bir taş bile. Sanırım bunun farkındalar. En küçük seste bile bakıyorsunuz çoğu pır uçuvermişler. Uçmaları korkudan mıdır, kendilerini koruma istemlerinden midir onu düşünüyorum ve seslere karşı çok duyarlı olmalarını korunma içgüdülerine bağlıyorum. İnsanların birbirlerine aşağılarken “kuş beyinli” benzetmesini kullanmaları kuşları ne kadar anlatır bilmiyorum ama, söz onlarda olsaydı ne derlerdi diye de merak ediyorum elbette. Sanırım bizim dışımızdakilerin ne düşündüğünü ötelememiz, işimize geldiği gibi anlamamızdan ve yaşıyoruz olmamızdan kaynaklı. Bu durum umursamazlıkla ilgili olsa gerek.

Birkaç ay öncesine kadar bahsettiğim dut ve ceviz ağacın gölgelediği yerde bir tandır evi vardı, yıktılar. Hemen yanında, kapısı camgöbeği yeşile boyanmış, beton merdivenleri ve demir parmaklıkları olan küçük pencereli ev ise uzun zamandır boş duruyor. Motor gürültüsünün bozamadığı tek şey bu evin içindeki sessizlik. Hayata açılan eski bir bahçe kapısı var. İçinde neler yaşandığı bilinmeyen ve varlığını parça parça kaybeden bu eskilik, neden bu kadar yalnız? İnsanların bu eve ilişkin gizli bakışı herkes tarafından bilinen bir derinliğe vardırıyor merak ettiğim öyküyü. İnzivaya çekilmiş bir ihtiyardan farksız halinin yanında, kutu gibi oluşu, sıcaklığı, yalnızlığını öteleyen önemli bir özelliği. Ancak öyküyü duymak ve örtüsünü kaldırmak istemiyorum. Zira içimdeki çocuk annesinin merdiven parmaklıklarına kurduğu salıncakta evcilik oynamayı, bebeği ile konuşmayı seviyor. Arada bir annesinin gelip aç olup olmadığını sorması ne çok önemsendiğini hissettiriyor ona. Bu bir büyü... Yüncü kadınlar, işçiler, insanlar, salâ’lar..Ah ince yüzlü, esmer bir kadını saklıyorsunuz içinizde.

İçime dönmenin tam sırasıdır şimdi. İçim yeni bir ölümü kaldırmıyor.

Ne çok şey değişiyor; eski – yeni, büyük – küçük, acı- tatlı, mutlu- mutsuz; insana dair olan ya da olmayan ne çok şey. Bir önceki bir sonrakinin temel taşı, buraya kadar normal ancak bu zinciri oluşturan çelişkileri anlayabilmek biraz zor. Değişim tek bir yolla gerçekleştiriliyor çünkü; doğaya hükmederek başarıyoruz bunu. Unutmak, unutulmak artık sıradan bir düşünme biçiminde koca bir dev oluyor bu aşamada. Ve insanın kendine, mekanın insana ağır geldiği ıraksamalar -evet bu ev gibi, yıkılan tandır evi gibi- yalnızlığı yeniden yeniden çoğaltıyor ve düşünmenize engel ne varsa kalıyor sizinle. Ve elbette hayal gücünüz, unuttuklarınız ve tüm sesler, renkler sadece siz bir şeyleri yeniden keşfedebilesiniz diye içinizdedir. Ya da öyle değildir de bu genellemeyi sadece ben yapıyorum, hiçbir fikrim yok. Ancak bu umursamazlıkla yarattığı boşluğu nasıl dolduruyor bir insan? Onu bilmek istiyorum.

MESAFELER

…amazondur dağlalesi, rengi lal
bir oyunun en ürkek oyuncusu.

pas demeniz incelikler ânı / ki varım deseydi eliniz
bu kumar hiç bitmeyecekti.
safdil ayrıntıdır aslında söylenmeyen
an günü öldüren çağla inadı, rengim yeşil.

konuşmam diyorsunuz
kendini anlatıyor gözleriniz / ince ve narin ancak
bilmediğiniz vadilerden, volkanik bir öç diliniz
içrek bir sızı / yol deseniz zaten bir tümörün ölüme yatması
ki rengim artık siyah.

en çok gündüzleri bakmalı suya
mesafeler dar bir sokak gibi uzamamalı
bu el, sizde artık

KIRILMALAR

mahcup bir yüzde bir sesin en dalgın halisiniz
dilsizliğiniz masaldan geçiyor
yeni bir isim alıyor sonra, vazgeçin
biliyorum en ince hırsızlık /tı düşlediğiniz

düş; sazlıkta kendini okşayan gül dikeni
anlatıyor boşluğa da, inceldiğini zannediyor beyazın,
tutmuyor rengini aşk, söylesene ‘kaç rengi vardır aşkın’
gri anlatabilir miydi diyor babamı

aylak ağustos böceğinde geçmiş/ zaman hep aynılığa komşu
ki tanrıça kırgınlığına söylenen suskudur
her gün içini temizleyen kadın, söndürmüyor
düşevinde ateşini, terk ediyor tüm gemileri yalnızlığa

kendine koşan serkeş tay
koca bir öfke, ayak izlerini öptüğüm topraktır.