1 Ağustos 2013 Perşembe



















cezayir menekşesi
 
sırf merakından vazoda
cezair menekşesi, ölümün elma
kokularıyla geldiğini bilmiyor
                           çiçek kokularıyla,
tenimi soyuyorlar kıyasıya ve
gülmüyor ne yazık ki, kaç kez geçiyor
                    bu yoldan
                    kelebeklerle kiraz kurtları

ne denli ince, nedenli oyunlardan çıkıyorsunuz, kendiniz olabilmemin
ağırlığı akıyor rahminizden,
                      baladlarını
söylüyor ortaçağ rahibeleri,
bir şey bile olmayan yanını seviyor ikizim, şarabıyla yıkıyor
                              kendi beğenmişliğini    
        
Furuğ pencerede,
yüzünden sürülen şiirler yazıyor,
nice güneş yanığı içinde, kavlıyor
kavlatıyor da yerini tutmuyor
            yeni gelen,
            oruçlu bir kentliyim artık,

diyorum uzun bir geceye uyuyordur
herkes, dünküne benzeyen bir yanılgıydı yaşam, öğrenmiştir nasıl geldiğini
                        ölümün cezayir menekşesi

"çilekler üşürken" büyüsü üzerine



“Ben sizden bir kez keder istedim”
Durup dururken bir keder neden istenir, sahiden hiç neden yokken mi istenmiştir, bir şairin iç kasvetinden midir kederi isteyişi? Değildir. Değildir de, hayat hep soruları değiştirerek tersten sormaya devam ediyor. Söyler misiniz, kalbiniz en son hangi kederden döndü? Dönmedi mi yoksa! Kalp bu, taş değil değil. Yoruyor, yoruluyor da istiyor ki, bir dize nasıl bir aşka yol olur, öyle yol olan, can olan, kavrayan bir göz daha baksın yakından. İyi de neden -en çok da- en yakınımızdakiler, hep bir ağrı bırakır giderken? Ellerimizin çatlayıp döküldüğünü görmezler mi, bu saçların, bu gözlerin, bu sesin titrediğini, neden iyileştirip de gitmezler? Onlar da kalanı sonsuz bilmektedirler sanırım. Bir çınar gibi orada, acısıyla! Ama haksızlık bu!
Uzun, upuzun yalnızlıktan mı geldiniz, gecenin en demli, en mahrem, en acımasız maskesini takıp, neden geldiniz peki? Çilekler üşüyor biliyor musunuz? Ve iyileştirmek için dokunmak gerekiyor.“Bilmeliydim, hangi yağmur ıslatır buradan geçerken/ hayat… hayalden kaçan ilmek/ tutacaktım bıraktım.” Bir şair, tüm ilmekleri böyle ustaca atarken neden bırakır. O hayal durup karşında sormaz mı, beni nasıl ve neresinde unuttun zamanın ve zaman ki, kanatlı bir albatros, yıkıyor önüne geleni. Ben senden keder mi istedim? Hoyrat bir geçmişi yazmak, öldürmez mi beni? Öldürür, öldürür de ah perdelerini açan bir oyundan çıkmıyoruz ki. Bu başka bir şey!
Bir yüreğin hayat karşısındaki, incelikli duruşu, göğsünü gerişi, kendini parçalayışı, sonra yeniden iyileştirişi! Ne büyük güç ister, ne büyük diriliş. Hangimiz bu kadar güçlüyüz. Tanrının bir bildiği olmalı. Sınanmanın sonu yok çünkü içimizdeki keder gelip söze damıtmışsa kendini, bir şey var demektir. Çünkü bu büyünün,  sözün kendi olmadan gelip secdeye durması değildir. Zaman dışıdır. Sizin dışınızdadır. Siz sadece bekleyensiniz. Şimdi düşünün insan olma halinizi, size ait olan yalnızlığınızı. Ne diyor şair, “Peki, şimdi bu eller… saklı bir yara gibi, oysa onları banyoda üzerlerini örte örte, sancılı bir mevsim gibi gizledim, yüzümde açılan tülleri kapatırken…” Bu eller, bir taş ustasının, bir maden işçisinin, bir gönül işçisinin yarasını taşır, bu eller gömülür kara bir elmas gibi saklanır, ama hayatın o en kötü, en pis hali geldiğinde ışığa, daha çok iyileşecek yara. Tüllerini kaldır şair, mateminden uyanmakta, savrulmakta içinde ki elem. Artık mevsim sancısını bırakmakta..! Ve burada okuyucular için bir dipnot düşmek isterim, bilmelisiniz ki herkes kendi iç bağını çözüyor kapısına ve oradan geçiyorsanız, nasıl ağır bir taşı sürükleyeceğine tanık olacak kalbinizin. Ama siz hala orada iseniz her şeye rağmen hayat, hala o taşları atmak için bir sebep de taşıyor demektir.
Sevgili Zeynep Kurada kitabına başlamak ve onu okumak evet bir büyü. Dizeler arasında saklanan inceliği, içsel bir haykırıştan toplumsal sızıya geçişi, sessiz, kendi içini yaran anlatımıyla yüreğinizin ortasını buluşu tam da ona özel bir aktarış. Şairine benzeyen şiirler buluyorum her okuyuşumda ve şiir deki öznenin tam hayatla bağı koptu derken hep bir pencere açıyor olması da, o arkada kalan kendini gizleme mütevazılığına denk düşüyor, sürpriz bir şekilde şaşırtıyor olmasına! Onun şiirlerini okurken – tüm şiir kitaplarının ortak özelliğidir bu- bir şekilde atladığınız, pas geçtiğiniz duyguları, o duyguların incinmişliğini de fark ediyorsunuz. Şiir öğretmez elbette, şiir sezdirir, hissettirir ve de ruhunuza inerken kendi dizelerinizi de çıkartır ortaya. Ve bir bakmışsınız siz de kendinizi anlatıyorsunuz. Her şiir böyle okunabilir mi hayır elbette ama bir karşılık da buluyorsa not edilmelidir.
“Çilekler Üşürken”in şiirleri yazılırken bir başlığa gerek duyulmamıştır. Uzun nehir şiirlerdir, bu şiirler içinde iyiler, kötüler, aşklar, büyük aşklar, küçük aşklar, küçük insanlar, büyük insanlar vardır, her biri renklerini bırakarak gitmişlerdir. Ama bilhassa sizin dışınızdakilerin, “dışarıdakiler”in yarattığı o bencil, travmatik, destursuz alan açmalarına, dayatmalarına, yaşam pratiğiniz de tanık olduğunuz gereksizliklere bir bakıştır da bu. Tersten okumadır belki de. Şiir evet öğretmez ama tanıdıksa serüven, acıtır. Acıtırsa bir yerlerde kalır. Bu anlamda güçlü bir tarafı da vardır şiirlerin. Şiiri anlama ve de içselleştirme noktasında ölçü, teknik değildir, ölçü siz de ne kadar yer açtığıdır. Bu kitaba bir bakın isterim, yazıyı yine şairin güzel bir şiiriyle bitirmek isterim.
az önce buradaydım, nereye gittim/ tuz ve yara ateşin birleştiği/ tesadüf kalemimdeki gizli anka,
acı, ay dağıldı, tende ikinci mevsim/ geciken perde, başkalaşan bir yaşam…
                                                                                                                         2013/ankara