30 Eylül 2012 Pazar

unutma denemesi


 
keşke 
düşmeden önce karanlığa çocuk olmayı bilseydi tanrı!
ona neler büyüttüm  oysa;
onca nehirler aktım/ onca çakıl taşları arındı içimde/
büyüdü kalbim! uzun bir gece olmayı öğrendim sonra
bir eskim olsun istedim, eskittim,
ondan sevmiyorum yeniyi

orda kalmalı tanrı; asmaların kekresini silmeye çalışırken elinden
ve sallarken o kuytuya  ruhumu/

orada, öylece
kirpiklerimde kuruyan o düşle...

TILSIM




                                                                                                                   
ruhumu aldığın an ölümlüyüm;  
bildiğin iyiliklerden söz bulmalısın şimdi
ah izim göz yaşına karışınca  derinliğim
ve dilin cehennemi, bir tılsım gibi üstümüzde olacak/
öğretmelisin  gözyaşı mı alır,  yağmur mu çöl yalnızlığını?
 kir izi, göz izine karışırken…

yaramı kavlatıyorum; elleri diyorum adamın,
serçeden başlayarak çürümeli, gümüş kakmalı bir kama çizmeli
ayalarını;   el izi dil yarasına karışmalı,  hayatın kendisi bu

bir düş’üm yok artık / aşk dersen ipince bir yol; kederli, dağınık.

EDEBİYATTA DÜNYAYI DÖNDÜREN GÜCÜN DEĞİŞİMİ




Aşk, sadece yaşam biçimlerimizde sosyalleşmenin bir aracı değil, kuşkusuz. Çoğunlukla mantığı aşan ve iradeyi de reddeden bir duygu yoğunluğudur. Bir olgu olarak algılanmalıdır belki de aşk. Çünkü kimilerini, yaşamı sonlandırma noktasına vardıran bir süreçtir. Çağlar boyunca aşkın yaşanış biçimi değişikliğe uğrasa da, değişmeyen tek şey aşkın duygulanım boyutundaki anlamıdır. Diğer taraftan pratikte aşkın olduğu yerde var olan muhallif “güç”ün önemi azalmaktadır. Çünkü karşısında engel oluşturabilecek tüm dış etkenleri tanımaması, aşkın kendi gücüyle ilgilidir. Aşk bir başkaldırıdır ve karşıtlık oluşturmasına karşın bir teslimiyettir. Güçler çatışmasında elbette ki aşk kazanmaktadır. Çünkü onun adı dünyayı döndüren güçtür.
Gücü nasıl anlamlandırdığınız önemli elbette, onu yanınızda mı yoksa karşınızda mı bulmak istediğiniz... Güç yanınızdaysa var olan gücünüzün niteliğinin arttığını, karşınızdaysa onunla savaşmanız için eksiksiz bir güce sahip olmanız gerektiğini anlıyorsunuz. Çünkü aşk, ancak böyle bir gücü muhatap alabilir.
İnsanlık tarihi kadar eski olan aşkın, mitolojide nasıl anlamlandırıldığı, çağlar boyu dinsel öğelerin içindeki yeri ve değişimi, değişimin dünya ve ülkemiz edebiyatındaki yeri ve hız çağına gelindiğinde aşkın duygu alanımızda ne bıraktığı ya da alanımızın onu nasıl bıraktığı, sizce de önemli değil mi?
Platon, Şölen/Symposion kitabında kahramanlar yaratır ve aşkın tanımı üzerine onlara söz verir. Kahramanların her biri didaktik bir dillle anlatır düşündüklerini. Bu kahramanlardan Parmenides, dünyanın kuruluşu üstüne; Ana Tanrının ilk düşüncesi Sevgi dir der ve onlar için Ana Tanrı’nın büyük nimetlerin de kaynağı olduğunu söyler. Hiçbir şeyin insana sevginin yaşatacağı kadar güzellikler vermeyeceğinden, başkası için ölme duygusunun yalnızca sevenler tarafından yapılabileceğinden bahseder. “İşin doğrusu şu ki, sevgiden gelen erdeme en çok değer veren tanrıların asıl hoşlandıkları, hayran oldukları şey, sevenin sevgilisine gösterdiği sevgiden çok, sevileni sevene bağlayan sevgidir. Çünkü seven, tanrılara daha yakındır, özünde tanrılık vardır.” Dinsel bir sembol olarak aşkın gösterilmesi aşkın gücünü de artırmıştır. Aşkta değer kazanma/kazandırma ve yüceltme duyguları belki de bu erkle ilgilidir. Tanrıya yakın olma ve ona ulaşma çabası; temelde yatan budur.
İran Edebiyatı’nda yer alan Fuzûli’nin 1530’larda yazdığı, “Leyla ile Mecnun” aşkı örnek oluşturabilir, belki tanrısal boyutta aşkın anlam değişikliğine. Çünkü Mecnun’un –aşkından çöllere düşmesine rağmen– Leyla’yı gördüğünde tanımaması bu duygunun, yüce olanı aramaya dönüştüğünü anlıyoruz. Oysa Mecnun, tanrıya beni aşk belasıyla tanıştır, beni aşktan mahrum etme diye yalvarır. Başkalarının içinde açtığı yarayı, böyle iyleştireceğini düşünür. Çaresizlikte çare, yine aşk olur. Ancak bu aşk adanmışlığı ve beraberinde teslimiyeti getirir.
Tanrılarla ilişkilendirilen aşk, zaman içerisinde bu anlamıyla değişim yaşar ve aşk konusunda Batı Edebiyatı farklı örneklerini vermeye başlar. M.Ö. 440’larda Antigone adlı bir kadın kahramandan bahsedilir. Yunan mitolojisinde Thebai Kralı Oidipus’un kızı olan Antigone, Sophokles’in de trajik özellikleri en yoğun olan oyunlarından birinin kahramanıdır. “Şölen”in aksine dinsel bir temelden yola çıkmaz ve daha realist bir yaklaşımla yazılır. Ön plana çıkarılan aşktan önce, hırstır. Haksızlığın ve aşkın trajedisidir bu. Kurallara başkaldırmayı haklı gösteren bir mesaj verir okuyucuya. Tutku ve özgürlük duygusu bu başkaldırının nedenidir. Oyun kahramanların ölümüyle sonuçlanır. Aşk kahramanların karşı duruş sağlamasında önemli bir güç oluşturmuştur. İşte bu noktada yukarıda değinilen olgudan bahsedilir.
Bir diğer öykü, İngiliz oyun yazarı Shakespeare’in (594-1595) gençlik yıllarında, sanatının ilk döneminde yazdığı “Romeo ve Juliet”dir. Dünyada olduğu gibi bizim edebiyatımızda da bugüne kadar hiç eskimeyen çeşitli sosyal farklılıklar nedeniyle mutlu sona ulaşmayan aşk temasını işler. Birbirlerine düşman olan iki ailenin yarattığı dünyada kaybedilmiş aşk örneklerine ve toplumsal örf ve âdetlerin geleneksellik yapısına vurgu yapar.
18. yüzyıl sonlarında, sınıf bilincinin egemen olduğu İngiltere’de, zengin ailelerin çocuklarıyla ortak bir yaşam kurmaya çalışan beş kız kardeşin, mutlu sonla biten aşkı yazılır. Jane Austen’in Aşk ve Gurur romanı bunu anlatır. Sınıfsal mücadelelerde sınıf değiştirme ısrarında aşkın engel tanımadığını, bu mücadelede aşkın bir araç olabileceğinin de vurgusunu yapar. Zorlu bir serüven olur.

Honoré de Balzac’ın Vadideki Zambak romanında Henriette, Félix’e yazdığı mektupta öğütler verir ve bireysel farklılıkları kazanmada yol gösterir kendince: “Gençlerin çoğu, ne büyük fırsatı, sosyal hayatın yarısı demek olan ilişkileri kurmak için gereken zamanı kaybetmek suretiyle kaçırıyorlar; hoşa gittiklerinden, onlardan ilgiyi çekmek için yapmaları gereken şey pek azdır; fakat hayatın bu ilkbaharı çabuk geçer, bunu iyi kullanmayı biliniz. Bunun için, sosyete âleminde nüfuzlu olan kadınlarla ahbap olunuz. Nüfuzlu kadınlar ise ihtiyar olanlardır; bunlar size aileler arasındaki yakınlıkları, bütün ailelerin sırlarını ve amaca ulaştıran yolları öğretirler. Size yürekten bağlı kalırlar; şayet sofu değillerse, adam korumak zevki onlar için en büyük ihtirası teşkil etmektedir; bu ihtiyar dostlarınızın size fevkalâde yardımı dokunacak, sizin meziyetlerinizi övecek ve sizi herkesin istediği bir insan haline getireceklerdir. Genç kadınlardan kaçınınız!” Bunun nedeni genç hanımların beklentilerinin yüksek olmasıdır. Bağlılık isterler ve kendilerini feda etmeleri gerekmektedir. Aşkta tutkuyu azaltan, değişen ahlaki değerler midir acaba? Çünkü aşkın kendisi değişmez. Sınıfsal farklılıklar aşkı yaşayan kişilikleri değiştirmeye başlar.
 1900’lü yıllarda yazılan Tanzimat romanlarında: Araba Sevdası (Recaizade Mahmut Ekrem), Damga (Reşat Nuri Güntekin), Gülnihal (Namık Kemal), Mai ve Siyah, Kırık Hayatlar (Halit Ziya Uşaklıgil), Mürebbiye (Hüseyin Rahmi Gürpınar), Zehra (Nabizade Nazım)... ve benzeri birçok romanda tema çoğunlukla yasak aşklar üstüne kurulur. Bu kaderci bir bakış açısıyla işlenir. Elbette Batı’ya öykünerek verilen birçok eserde vardır bunlar arasında. Servet-i Fünun döneminde, Osmanlı burjuvazisinin çöküşünü siyasi çöküşle paralellik oluşturarak kuran, psikolojik boyutlarıyla birlikte gerçekçi bir romantizmle ele alan romanlar yazılmaya başlanır. Geleneksel yapı ve bu yapının dışında yaşanan ilişkileri, dağılmış aileleri, kaybedilmiş aşkları örnekler bize. Aşk-ı Memnu’da (Halit Ziya Uşaklıgil) Bihter’in, kocasının yeğeniyle yaşadığı yasak aşkın nedenlerini ve sonuçlarını anlatığı gibi bir örnektir belki de. Ve değişimin anlaşılamadığının ipuçlarını verir. Servet-i Fünun döneminin diğer bir yazarı olan Mehmet Rauf’un Eylül romanında –Türk Edebiyatı’nda ilk önemli psikolojik roman olarak kabül edilir– aşk teması toplumsal değerler içerisinde verilir. Karakterler namusun önemini, aşkı, evliliği, birlikteliği sorgularlar. Kıskançlıkların, heyecanların, umutların, umutsuzlukların ve gözyaşının olduğu Eylül romanı hüzünlü ama içtendir, gerçekçi ve doğaldır. Aynı yazara ait, Bir Zambağın Hikâyesi romanında ise, çapkın bir Osmanlı beyi ile zengin bir kadının aynı genç kıza âşık olması anlatılır. İlginç ve cesurca ele alınmış bir aşk öyküsü... Etkileyici olan, o süreçte hoş karşılanmamasına rağmen aşk ve cinsel tercihteki sıradışılığın ele alınmasıdır. Ancak sıkıntı bu cinselliğin anlatılış biçimindedir. Erotik bir dille başlayıp pornografinin sınırlarını aşan bir anlatımı vardır romanın. (Ne var ki, Osmanlı’yı kurtarmak için ahlaka ve dine sarılmayı öğütleyen ve örgütleyen —içlerinde Mehmet Akif’in de yer aldığı— bir kesim Mehmet Rauf’un yazdıklarını “edebiyat dışı”, “edebiyatı satan” romanlar olarak tanıtır ve gayri ahlaki bulur.) Evet sadece sandallarda peçe altından göz süzmelere, mendil düşürmelere, elçiye zeval olmazlara sıkışıp kalmıyor aşk.
Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında sevgi, aşk ve ihtiras konuları ile mutlu bir aile yuvasının idealize edildiği bir hayat veya bunun özlemini anlatan romanlar yazılır. Kötü karakterler vardır, ama iyi olan kazanır genelde. Burhan Cahit Morkaya’nın 1924’te çıkan Aşk Bahçesi adlı romanı ile Güzide Sabri Aygün’ün 1925’te yayımladığı Yaban Gülü adlı romanı o dönemde bu anlamda ele alınabilecek eserlerdir. Sonraki yıllarda Esat Mahmut Karakurt, Selâmi İzzet Sedes, Etem İzzet Benice, Şükufe Nihal, Halide Nusret Zorlutuna, Nezihe Muhittin, Muazzez Tahsin Berkant, Mükerrem Kâmil Su, Cahit Uçuk, Peride Celâl ve Kerime Nadir gibi yazarlar peş peşe popüler aşk romanları yazmaya devam ederler.
Cumhuriyetin ikinci yarısı ve yarısından sonra yayımlanan aşk öykü ve romanlarında geleneksel ahlak normlarının yanında, bu normların dışına çıkılarak da, döneme özgü aşk anlayışlarını ön plana çıkaran temalar işlenir. Sabahhatin Ali’nin, uzun soluklu öyküsü Kürk Mantolu Madonna –bana göre kısa bir roman– düşle gerçek arasında yaratılan ve tutku haline gelen bir yüzün bıraktığı imge ve bu imgenenin peşinden sürüklenen bir kahramanın aşkı anlatılır. Silik, içine kapanmış bir kişiliğin yaşamla bağını koparmadığı alan olarak çizilir aşk. Umudun her zaman var olabileceğine inandırır kahraman bizi. Güçlü bir tutkuya... Bir mekâna sığdırılan aşk anlayışının yüzü değişmeye başlar. Aşk sınırlar ötesinde bulunabilecek bir duygudur.
Kemal Tahir ise Aşk Çetesi romanında bohem bir hayat süren iki genç arkadaştan birinin genç bir kadına büyük bir aşkla bağlanmasını, bu arkadaşların yaşam içinde kendilerini sorgulamalarını ve keşfetmelerini irdeler. Aşkın yarattığı alan saf mutlulukların, terk edilişlerin, kederin alanı değil sadece, komik maceraların da içinde olduğu bir çeşnidir. Ve bu çeşni karakterlerin yaşamında, onların kendisini bulmasını sağlayan bir rehberdir de aynı zamanda.
Günümüz romanlarına gelince aşkın ele alınışı elbette “hız”la değişen zamanın etkilerini taşır. Aşkın nedenli, nedensiz kısa sürüşü, biten bir aşkın arkasından yeni bir aşkın aranışı konu edilir. Aşkın romantik tarafıyla birlikte, çetrefilli, hırpalayıcı, karışık acılarla dolu, bencil ve düşmanca duyguların yaşandığı mesajı verilir okura. Aşkların ölümcül acılarını, düş yıkımlarını, korkularını, kaybedilen kişilikleri ve kaybedilen yaşamları anlatılır. Gerçekçi bir yaklaşımla mutlu aşkların yanında mutsuz aşkların da yeri vardır. Eski aşklardaki katlanma duygusu ve kaderine razı gelme düşüncesi günümüzde ve günümüz romanlarında yıkılmaktadır. Ahmet Altan’ın Tehlikeli Masallar romanında “âşık olamayan, hiç kimseye bağlanamayan, hem âşık olmak isteyen, hem de âşık olmaktan, birisine bağlanmaktan deli gibi korkan bir kadın” karakteri yer alır. Ve bu karaktere “Sürekli olarak bir duygudan bir başka duyguya atlamanın, hiçbirini tam yaşamadan, hepsini şöyle bir hissedip...” geçmenin yarattığı iç sıkıntısı sorgulattırılır. Günümüzde yaşanan birçok ilişkide –kadın ya da erkek olsun– duygusal iniş çıkışlara ve bu tür içsel sorgulamalara tanık olunuyor ve hiç de kanıksanmıyor doğrusu... İnci Aral’ın Taş ve Ten romanında ise kahraman, ilk gençlik yıllarında yaşadığı büyük aşkın izlerini unuttuğunu düşünür. Yaşadığı her içsel yolculuk kendini bir şekilde hep geçmişe götürür. Uzun yıllar birlikte yaşadığı erkekle yol ayrımına varmış olması da geçmişteki bu izleri takip etmesiyle ilgilidir. Bu romanda tutku ve bağlılık aşkı tamamlayan önemli ögelerden ikisidir. Tutkulu bir “aşktan korunma”nın yoludur belki de kaçışlar. Paylaşılarak suskunlukların aşılabilirliği yerine gidişlerle ruhun özgürleştirileceğine inanılmasındandır. Aşk ruh ikizini bulmanın, yitirmenin ve yeniden bulmanın öyküsünü anlatır. Mario Levi’nin Lunapark Kapandı romanı belki de bu öykünün bir parçasıdır. Evli bir adamın hayatına giren, yeni ve tutkulu bir aşk mutsuzlukla örgülenir. Karşılıklı beklentilerin gerçekleşmemesi ve üçlü bir ilişkinin yalanla kurtarılmaya çalışılması bilinen bir sonu getirir. Ömer Türkeş Lunapark Kapandı romanının kurgusu için, “Bir süre sonra kadın erkek ilişkilerinin diyalektiğini, aşkın hallerini tartışmaya, romantik imgelerin insan zihninde nasıl şekillendiğini göstermeye yöneliyor...” der. Bu aynı zamanda baş karakterin yaşanılanları yeniden sorguladığı ve kendini yakaladığı bir andır.
Ancak sadece aşkı anlatan romanlar yoktur elbette; aşk nedir, aşkın gerçekten bir kimyası var mıdır, diye soran ve bilimsel değerlendirilmesinin de yapıldığı ürünler yayımlanır. Örneğin daha önce yayınlanan Aşkın İki Yüzü adlı film üzerine tez hazırlayan H. Zeynep Altan, aynı isimle yayımladığı kitabında aşkın psikanalitik bir analizini yapmaya çalışırken onu tanımlayan günümüz aşk anlayışını eleştirir. Farklı çalışan iki beynin birlikteliği algılamayı da çok çeşitlendirecektir kuşkusuz, ancak bu farklılığın önündeki en büyük engel önyargılardır. Yazar yargıların bir kültür olarak içselleştirmeye çalışıldığının altını çizer. Ve ...Tenimize geçmeyen hazlar ve acılar yaşıyoruz. derken Acaba aşkın yüzümüze tuttuğu aynada kaçımız benliğimizin o çok katmanlı derisine dokunabiliyoruz.? Ya da dokunuyor olsak bile, içtenlikle bunu yapıyor muyuz sorusunu sormanızı sağlar.
Bertrand Russel’ın cümlesiyle “Aşk, iki insanın birbirine şefkatle, tensel tutkuyla, düş gücüyle yönelmesidir.” Ancak şefkat duygusunun sıralamada sonlarda kaldığını, tensel tutkunun ve düş gücünün yaşamı renklendirmede bir üstünlük sağladığını gözlemlemek zor değil. Elbette bunun tersi olan ve kirliliğin uzağında kendi doğasıyla yaşanan aşklar da var. “Değişiklikle karşılaşınca değişen aşk, aşk değildir... Aşk gözle değil ruhla görülür.” dese de Shakespeare, günümüzde değişikliklerle kendini değiştiren ruh hali ve buna bağlı olarak aşkın yaşanış biçimini sanırım yeniden tanımlamaya başlıyoruz. Kuşkusuz doğru olan ve tercih edilmesi gereken Shakespeare’in bu düşüncesidir. Masum ve mutlu aşklar köprüsünün altından çok sular aktığını belirtmek ve bir aşk endüstrisinden bahsetmek gerekir belki de. Aşkın ve seksin iç içe geçtiği —aslında tensel doyumun ötesine geçmeyen— bu ilişkilerin çok kısa sürmesinin nedenini Erich Fromm’un Seks ve aşkın tüketime yönelik kötüye kullanımı, hayatı anlamlı kılan diğer şeylerin eksikliğinde, mutluluk olarak onların yerini doldurma görevi üstlendiğine yönelik tesbitiyle açıklayabiliriz. Psikolojik bir doyumsuzluk ile aşkın tüketilmesi arasında bir paralelikten mi söz ediliyor? Doğrusu bana çok mantıklı geliyor.
Genel anlamda, çevresinden başlayarak bir ötekine baktığında görebildiği bu keşmekeşliğe anlam vermeye çalışan insanların sayısı az değil, ancak büyük çoğunluk sanal bir mutluluk içinde yaşıyor. Bireysel eğitimden alın da toplumsal eğitime varan her konuda durup düşünüyorsunuz elbette, nereye böyle?
Her anlamda yaşanan değişim, sadece aşkın yaşanış biçiminde bir erezyon yaratmıyor elbette. Teknolojik değişimlerle birlikte yaşamımıza giren –ve sosyalleşmenin bir ölçüsü olarak algılanan– modern çağın gereçleri aynı zamanda yabancılaşmayı da beraberinde getirir. Toplumsal ilişkilerde isim olma, beğenilme, markalaşma düşüncesi sadece moda dünyasıyla sınırlı kalmıyor. Özellikle gençlerin bir bölümü –daha çok varoşlarda yaşayan ve sınıf atlama hayali olan– gruplarda bunu görebiliyoruz. 1980 sonrası gerçekleştirilmeye çalışılan tektip ve uyumlu, uyuyan insan modelinde elbette aşk, bu tiplemelerin dışında gelişmeyecektir. Bununla birlikte aşkın yaratacağı birlik ve tutkudan uzaklaşan, yalnızlaşan bir yaşam eteklerimizden asılır oldu. Bunun çok çeşitli nedenleri vardır elbette. Ancak ben, toplumsal değişimlerde psikolojik bir travma yaratıldığı kanısındayım. Maddi değerlerin manevi değerlerin önüne geçmesi, geçici olanı tercih etme noktasında belirleyici oldu. Beklentilerin –meta ve aşk– ikileminde çoğaldığı ve çıtanın yükseltildiği grift ilişkiler ağındayız, aşk için –bilmem kaç kratlık elmasın– şiirsel dilini yaratan kapitalist düzen, ne yazık ki özentiyi çok açık desteklemektedir. Ve medyada yaratılan şişirilmiş hayatlarda çok sıradan ulaşabilirlik duygusunu vermektedir. Bu duygu amacı belli olmayan, arayış içinde olan, ismi konulamayacak nice ütopik yaşam biçimlerine yer açmaktadır. İşte bu alanda aşklar kısa, aşklar sembolik, aşklar değersizleştirilecektir.
Kapitalizm ve ürünü olan tüketime dayalı değişim, sanat ve edebiyat alanı için de geçerlidir. Ve olumsuzlukları özellikle son yıllarda gözle görülür bir şekilde hissedilmektedir. Hem insani boyutta hem de ürün boyutunda. Her dönem, kendi edebiyat dili ile ürünlerini yaratıyor. Ve hız çağı içerisinde edebiyatta da tüketime yönelen bir dil edebi dilin içine girmeye çalışıyor. Çok doğaldır ki verilen ürünler bu dilin dışında kalmayacaktır. Popüler dil denilebilir mi buna? Olabilir. Tüketim, kazanma ve köşe dönme fikriyle başa baş gidiyor kanımca ve birbirlerini de besliyorlar. Arka arkaya basılan ve raflardan sokaklara taşan kitapların çokluğu ürkütmüyor belki ama düşündürücü. Okuma oranının (!) artmasını, edebi kimliğinden soyutlanarak ve basitleştirerek yazılan, gündemin, sistemin nabzını tutan bir dille yazılmış ürünlere bağlayabiliriz. Burada belki de tek umutlandırıcı olan sadece “okuyan”ların çoğalması ihtimalidir. Dikkatinizi çekiyordur; özellikle şiir okunmayan bir ülkede meta aracı olarak kullanılan bir şiirsel dil önplana çıkarılıyor. Reklâmlar, cep telefonlarından gönderilen aşk mesajları, duvar yazıları bunlara küçük bir örnek. Sanırım sanat ve edebiyat çevresi en büyük sıkıntıyı da karaborsada yaşıyor. Bedavacılığın, sömürünün, adaletsizliğin sıkça yaşandığı ve alttan alta desteklendiği sakat bir zihniyet, daha kötü bir yazın dilini doğurabilir. Elbette o zaman popüler bir dilin olumsuzluklarını içine alarak devam edebilir bu anlayış. Yani yüzünüzü emeğin değersizleştirildiği tarafa çevirdiğinizde gelecek kaygısı daha fazla korkutuyor insanı. Bu yaşam biçiminden ve dayatılmaya çalışılanlardan memnuniyetsizlik hissedilmemesi de ayrıca çok şaşırtıcı doğrusu.
Doğaldır ki, ortak yaşam alanları içerisinde, birini etkileyen herhangi bir olay diğerini de etkileyecektir. Bunun tam tersi olduğunda şapkalarımızı önümüze koymanın bir yararı olmayacak ve belki de geç kalmış olacağız. Ne yapılmalı? Bir ses, yeni bir soluk, güçlü bir duruş yerini ve zamanını mı kolluyor?  

BİR İNCE ADAM KAZIM



         BİR İNCE ADAM  KAZIM
          
Sahilde, kafelerin birinde  “dido” şarkısı çalıyor. Müzisyeni tanımıyorum ama öyle sıcak ve öyle güzel geliyor ki o ses, bir daha unutmuyorum. Kalbim bu şarkıya sarıyor. Aradan zaman geçiyor ve aynı ses “Gülbeyaz” dizisinde karşıma çıkıyor ve ben müziğin arı duru çocuğunu orada görüyorum. “ben senu sevdiğumi dünyalara bildurdum”,“divane aşık gibi”, “hiç mi duşunmedun sen,” öyle içli, öyle içten ki… Kazım’la aynı yerin çocuğu oluyoruz. Aynı dolaşık yollardan çıkıyoruz tenhaya. Aynı yol ağzında dermanlık suları içiyoruz. Aynı ciğerden vuruluyoruz. İçimiz aynı asma bahçesi… Birbirimize baka baka… Kazım sadece müzisyen değil ki, o Karadeniz(l)imin zarif çocuğu, onu iyi halinden seviyorum, hırçın denizinden, varlığından, yokluğundan, yoksulluğundan…
1992 de “Dinmeyen” özgün müzik grubuyla müzik yaşamına başlayan ve bir dönem sonra bu gruptan ayrılarak 1993’ de Zuğaşi Berepe (Denizin çocukları) adlı grubu kurarak Mehmet Ali Barış Beşli ile şarkılarını Lazca rock söyleyen Kazım bir güzel adam. Karadenizli için bu genç, abi, kardeş ve de oğuldur, bu kültürden çıkan diğer sanatçıları gibi... Kendi şarkılarını aile içerisinde ve aralarında lazca söyleyenler artık içlerinden biri ile sesli söylemeye başlamıştır. Bu heyecan vericidir. Kendini de mutlandıran bir durumdur. Ancak bir yerde varsan ve de muhalif isen bedelini de ödemek zorundasındır. Üniversiteden siyasi nedenlerle ayrılmak zorunda kalmıştır Kazım. Ama öğrenmenin ve de bilerek yaşamanın, farkındalığın ona açmış olduğu kapı/kapıların sadece üniversiteden ibaret olmadığını anlayacaktır. Hayat onu sınamaya devam ederken düşündüğü geleceği de imliyordu bir yandan kuşkusuz. Uzun yıllar devam eden bu grup arkadaşlığı 1999 yılında çözülmeye başlar ve ardından Kazım tek başına müziğine devam etmeye karar verir. Çünkü tanrının yeşilliğini verip kendini unuttuğu bir coğrafyanın sesi olmak kolay değildir. Sorumluluk gerektiriyordur. Bir birikim ve de bir kültür. Ki o müziğinde yetkin biri olma yolundadır. Bu ses bir dönem sonra otantik bir yoruma kayacaktır ki solo albümü ( hayde) tam olarak içine sinmese de Kazım içinden çıktığı toplumun şarkılarını – daha inançlı, daha sağlam bir ideoloji ile- yorumlamaya devam v. Ve ben -biraz da geç kalarak- onu tanıma ayrıcalığına erecektim.
E.Cansever ne güzel diyor.  “İnsan yaşadığı yere benzer  / O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer ... Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine “  Kazım da öyle benzerdi memleketine.  Kaçkarın karlı tepelerinden inen suyuna hem de. Ormanın kardeşliğine, geçit vermezliğine. O tam bir Karadeniz’di vesselam. Olgun, mütevazı, asi, toplumsal sorumluluklarının bilincinde ve devrimci. Bazen söz arkada kalır, müziğin yarattığı büyünün yanında. O bu büyünün anlamını ve karşıda bırakacağı etkiyi iyi biliyordu ve bunu iyi kullanıyordu. Bu kadar çok sevilmesi, böylesine yoğun bir sevgiyle uğurlanışı da bundan sanıyorum. Önce insan oluşundan. Bir röportajında “Ben bir müzisyenim, ondan sonra biraz Karadenizliyim, ama hepsinin ötesinde ben bir devrimciyim. Ve gerçekten doğru bildiğim bir şeyi en azından çok zorlanırsam ortaya koymaktan çekinmem" diyor. Diğer bir röportajında da “Solcu bir insanım. Genel anlamda solculuğun anlamı da, ezilenlerin, yoksulların, emeğiyle hayatta kalmaya çalışanların yanında olmak. Solculuğumun bir adım ötesi de, estetik anlamda anarşizme daha yakın bir duruştur demektedir, kendi cümleleri ile şunu da anlatmak istiyordu belki de
“…Kötü şeyler gördük. Savaşlar, katliamlar, ölen-öldürülen çocuklar gördük. Kendi dilini, kendi kültürünü, kendisini kaybeden insanlar, topluluklar gördük. Yanan köyler, kentler, ormanlar, hayvanlar gördük. Yoksul insanlar, ağlayan anneler, babalar, her gün bile bile sokaklarda ölüme koşan tinerci çocuklar gördük. Biz de öldük. Ama her şeye rağmen bu yeryüzünde şarkılar söyledik. Teşekkürler dünya."  O toplumsal değerlere önem veren ama değişimin de doğru yapıldığı yerde her zaman var olandı. Mesela Karadeniz sahil yolunda yaşanan doğa katliamına karşı ordaydı. Çernobil rezaleti içinde aynı yerdeydi. Bugün yaşasaydı HES’in Fırtına Deresi’nde ve bölgenin diğer illerinde neden olduğu trajedide halkının yanında yer alırdı. Çünkü Kazım statükonun karşısındadır, statükonun parçalamasından, güçlülere karşı güçsüzlerin var olmasından ve onların da bir şeyler yapabileceğini göstermesinden mutludur. Ve şimdi şarkıları  -dereler özgür akacak ve sağlık emekçileri eylemleri ( hayde gidelum hayde şarkısı gibi) -de içinde olmak üzere alanlarda söylenmeye başlandı. Ki eğer yaşasaydı bugün kendisi de HES’e karşı yürütülen Anadolu aydınlanmasında” en önde yürüyecekti. Diğer taraftan bıraktığı eserlerle, eğlenme düşüncesiyle birlikte tek yumruk olmanın bilinci de veriliyor, ne güzel!
 
 Kazım Koyuncu insan olarak kendi içsel yolculuğunda kendini tamamlamış ender sanatçılardan biri olarak zihnimde canlanıyor. Ağrılarını rafa kaldırarak yaşadığı hayatta önemli olanın anlamlı bir iz bırakmak oldu mut değerlerden alıyordu. Hayatın içinden.  "… hiç başımızdan eksik olmayan gökyüzüne, ğuna inan biri olarak. Yaşama bakışını ve felsefesini de en az şarkıları kadar gerçekçi, sogünün karanlık saatlerine, ara sıra kopsa da fırtınalara, bir gün boğulacağımız denizlere, eski günlere, neler olacağını bilmesek de geleceğe, kötülüklerle dolu olsa bile tarihe, tarihin akışını düze çıkarmaya çalışan tüm güzel yüzlü çocuklara, Donkişotlar 'a, ateş hırsızlarına, Ernesto "Çe" Guevara'ya, yollara-yolculuklara, sevgililere, sevişmelere, sadece düşleyebildiğimiz olamamazlıklara, üşürken ısınmalara, her şeyden sıcak annelere, babalara ve tadını bütün bunlardan alan şarkılara kendi sıcaklığımızı gönderiyoruz” cümlelerindeki bu sıcaklık; onun tanınmasında katkı sağlayan “Gülbeyaz” dizisi ile açıklanacak bir durum değildi elbette, yaptığı konserler, kurduğu ilişkiler, hayatta genel olarak yaptığı işler, katıldığı – hey gidi Karadeniz-”projesi ve diğer projeleri,  enerjisi, duruşu, kendi oluşu hepsi bu auranın bir parçasıydı. 
Ve evet hayat onun kadar bizim için de uzun yolun kederiydi. O denizin çocuğuydu. Kendi denizinde antik bir kent gibi hak ettiği yerde şimdi. Müziğin ve aşkın huzurunda
 
 
Kaynak 
Şarkılarla Geçtim Aranızdan

4 Haziran 2012 Pazartesi

TECAVÜZ, KÜRETAJ-SEZERYAN DERKEN NELER DEĞİŞTİRİLMEK İSTENİYOR GERÇEK NİYET NEDİR?


N.Ç olayı üzerinden çok geçmedi.Haberle sarsıldık, çok öfkelendik, acıdık, yüzümüz kızardı… Bir dizi isim listesi sunuldu medyaya  çok şaşırdık. Çünkü bölgenin eğitimcileri de içinde olmak üzere akıl yoksunu insanlar vardı. Uzun süre  örtbas edilen olay hakkında genç kızımız mücadele etme gücü bulduğunda konuşmaya başlamıştı. Elbette o çok haklıydı. Bu durumun çok sancılı bir süreci vardı ve uygulanan yöntem doğruydu. Allahtan N.Ç'nin  daha farklı bir çarkın içine sürüklenmediğini biliyoruz.

Toplum olarak cinselliğe aç insanlar yetiştiriyoruz. Çünkü konu konuşulamayacak kadar hassas ve de kapalı bir konu. Daha çocukken kendi olağan değişimlerine anlam veremeyen çocuklar- istisnalar dışında- bu duyguyla büyüyorlar, bu eksikliği farklı noktalarda gideriyorlar. Kırsalda yetişen birey de, şehir de yetişen birey de pek farklı değil birbirinden,  her ikisi de tabularıyla yaşayan aileler de büyümüş bireyler.  Bilgilendirilmemiş, eğitilmemiş ve de konuşulmamış her türlü konu merak uyandırdığı gibi bu merakı daha fazlasıyla  giderme ihtiyacını da doğurur. Sonuç taziz, olmadı tecavüz, olmadı...!

Tüm hanımlar  bir şekilde   tacizle karşılaşmıştır. Bu kadarı bile derinden sarsmaya yetmiştir onu. Tecavüzün getireceği kırılmanın, dağılmanın altından kalkmak bir hayli zor olacaktır.  Düşünecek vakti olmayan gazete patronlarının üçüncü sayfa haberlerinde yer verdikleri  ne olayları yaşıyor hanımlar. Evlilik dışı gebeliğinden dolayı, istenmeyen evliliği yüzünden, ailesinden destek göremeyen ve sokağa atılan genç hanımlar  gerçek hayatın içinde tuzaklarla karşılaşıyor. Sadece bununla da sınırlı değil, ekonomik nedenlerle sıkıntı yaşayan ve devlet tarafından yalnız bırakılan kadınlar, her gün birçok kadının hayatı  bu nedenlerle kâbusa döndürülmekte. Kendi istekleri dışında bir hayatı yaşamaya zorlandıkları gibi istemedikleri bir cenini -yaşam hakkı olsa da-  doğurmak zorundalar. Bir anlam da bu da o bireyin tercih haklarını daraltmaktır. Ve siz isteseniz de istemeseniz de küretaj bu insanlar için bir seçenek olarak gözükecektir. Tüm yaşanan olumsuzluklara rağmen üç yol belki de bu kişileri rahatlatabilir, biri uzun süreli psikoterapi, diğeri ekonomik anlamda kişinin özgürleştirilmesi- iş imkânı vs.- bir diğeri yaşadığı travmaya ilişkin hukuksal boyutun çözülmesi.

Eski Yeşilçam Filmleri’nde rastlanılırdı; tercih edilmediği  ya da çok hoşlandığı için köy ağası köyün genç kızına/dul ya da  yalnız kadınına taciz ya da tecavüz ederdi veya başka bir filmde gariban bir genç kız, zengin şımarık genç tarafından tuzağa düşürülürdü. Her ikisini de izlerken öfkelenmiş bile olsak film bittikten sonra – evet böyle gerçekler var- dedirttiği ve düşündürdüğü için affedebilirdik. Ama onca insanın canını yakanları affetmek için nasıl bir neden bulmak gerekiyor. Akıl sağlıklarından mı şüphe edelim, zavallılıklarını öne çıkarak acıyalım mı? Bunlar bizi keser mi kesmez elbette. Kesmez  de toplum olarak  yaşanan olaylara karşı kısa süreli bir hassasiyet gösteriyor ve sonra unutuyoruz. Aynı olayı kendi çocukları-eşleri yaşamayacakmış gibi. Travma hemen kapı önüne konuyor sonra uzaktan bakmaya devam ediyoruz. Olayı yaşayan kişinin psikolojisi unutuluyor, toplumdaki yeri unutuluyor, ailenin var olan soruna karşı tavır ve davranışlarına iyi niyetli yaklaşım unutuluyor, eşin yalnızlığı, kırgınlığı unutuluyor, sorun –oldu bir kere denilecek kadar basit – çözümle bitiriliyor. Ve elbette ailenin olaylar karşısındaki tutumu çok önemli, misal  İlgili kişi sokağa çıkarılmıyor, ilişkileri kısıtlanıyor, aile içi iletişim cezaya dönüştürülebiliyor ve ardından gelen değersizleştirmeler de cabası…. Anlamlandırmak istiyoruz, bağışlamak istiyoruz ama hayır bağışlamayı böylesine kolaylaştırmayalım lütfen.
Medyada, gazetelerde vb iletişim kanallarında konuşulan/yazılan bu konu tüm çerçevesi ile tartışılmıyor ne yazık ki. Ama bu anlamda okuma yapmak istediğinizde birçok bilgi karşınıza çıkacaktır kuşkusuz. Ancak bunlardan biri İHD'nin yapmış olduğu araştırmadır ki, okunmalı ve de el altında bulundurulmalıdır.
"2011 yılı ilk 8 ayı içerisinde Türkiye’de yasanan, kadına yönelik hak ihlalleri verilerine göre,her 100 kadından 16′sı cinsel siddete uğramaktadır. Yine bu verilere göre, 15 kadından 5′iesi veya birlikte olduğu kisiler (sevgili veya seks isçiliğinde beraber olduğu kisi) tarafından fiziksel siddete uğramaktadır. Ayrıca, kadınların % 55′i duygusal siddete, % 18′i birlikteolduğu kisi ve kisilerin ekonomik siddetine maruz kalmaktadır. Türkiye genelinde 17 yasından sonra yaklasık her 15 kadından 1′i yakın iliskide olduğu kisiler tarafından fiziksel siddete, her 19 kadından 1′i gebelikte fiziksel siddete maruz bırakılmıstır. 17 yasından önce cinsel istismarın oranı ise % 6′dır.Arastırmamızın en çarpıcı sonucu ise, fiziksel ve cinsel siddet yasamıs kadınların yüzde 88 ’i,  ne yakın çevresine, ne sivil toplum örgütüne, ne de devlet kuruluslarından birine basvurmustur"  

 Şimdi haberlerde ülkenin Başbakanı “küretaj bir Uluderedir” diyor, sezeryanın istismarından bahsediyor.  Sağlık Bakanı tecavüz sonucu gebe kalanların bebeklerine devlet olarak bakarız anlamına gelen benzer cümleleri kuruyor. Kaldı ki küretaj ve sezeryan konusunun kontrol altına alınması doktorların kararlarına sıkı bir müdahaledir. Eğer bu tür istismarlar yaşanıyorsa hekimlerden oluşan bir konsey de koşullar yeniden değerlendirilebilir. Bu görüşler -dinsel kaygılarla- yanlış yerden tartışılıyor. Birincisi, tecavüz meşru kılınıyor farkında olunmadan, diğeri  “günah” şiarından yola çıkılarak yüzlerce çocuk –güvenli olmayan ortamlarda, geleceği elinden alınmış bir şekilde – büyütülmek isteniyor. Ve bir diğer sıkıntı merkeze uzak yerlerde kadınlar hamileliklerini ilkel yöntemlerle sonlandırmaya çalışacaklardır ki bunun olabilecek sonuçlarını düşünmek bile istemezsiniz.  

Tam da bu noktada -konunun ciddiyeti açısından- yapılan istatistiği bir kez daha okumak gerektiğinin ve "fiziksel ve cinsel siddet yasamıs kadınların yüzde 88 ’i,  ne yakın çevresine, ne sivil toplum örgütüne, ne de devlet kuruluslarından birine basvurmustur" cümlesinin altını çizmek isterim ve belirtmeliyim ki cinsel tacizlerin büyük oranını ensest ilişkiler oluşturmaktadır.  Ve bununla birlikte  birileri çıkıp da sormaz mı bu beylere: Devlet için ensest çocuklar yetiştirmek kabul edilebilir bir şey midir? Sokak çocuklarının ne kadarı kurtuldu, şiddete maruz kalan kadınların kaçta kaçını ölümden kurtardınız. Töre cinayetlerinin kaçta kaçını engelleyebildiniz. AIDS hastalarını kafasında değersizleştirip, korunmaya gerek duymadan altın bulmuş gibi saldıran erkeklerin kaçta kaçını eğitebildiniz, imamların, kaçını açık fikirli yetiştirip de korunmanın bilinci konusunda eğitime hazırladınız, Aile planlaması konusunda baş koyan Ana çocuk Sağlığı ve Aile Planlaması Merkezleri neden azaltıldı/kapatıldı… Devam eden sorularınızı çoğaltın lütfen.  

Elbette tüm bu tartışmalara, şamatalara rağmen yanlış tartışılan yeri başa alarak cümleyi yeniden kurmak gerekiyor. Özellikle küretaj için bunun bir cinayet olduğu yerine –öyle olsa bile–kararın kişilere bırakılması gerekir ve karar ne olursa olsun maddi anlamda devlet güvencesinde olacakları söylenebilmelidir pekâlâ. Sizi bundan alıkoyan nedir peki. Dinsel inançlarınız değilse vicdanınız mıdır? O  halde-  cinselliğin bir tabu olduğu ve elbette  korunmanın ciddiye alınmadığı bir toplumda gebe kalacak kızların, kadınların sayısı epeyce aratacak. Vicdanınız bu çarpık doğurganlığın yaratacağı sonuçlar karşısında sızlamayacak mı? Yukarıda anlatılanlar  gelişmekte olan bir ülkenin sadece sosyal gerçeğidir ve küretajla neden sonuç ilişkisi açısından çok iç içedir.

Bir toplumun sosyal ve toplumsal yapısında olumlu bir şey yaratmak istiyorsanız vereceğiniz kararlar tüm insanların ihtiyaçlarını karşılamalı.  Bu benim ülkem de neden yapılmıyor da kolay olan ve de pirim getirecek bir konu tartışmaya açılıyor. Birçoğumuz farkındayız neler olup bittiğinin, nelerin çarşaf altın atılmaya çalışıldığının, sosyal algının hiçleştirilerek, düşünemeyen/beyinsiz bir gençlik, yetişkin denemeyecek kadar zayıf kalkalar yetiştirildiğinin. Din/dinci gençlik de bunun bir parçası elbette. Oysa bu ülke için en güzel yatırım iyi insan, erdemli insan yetiştirmek olmalıdır. Ama hayır! Amaç başka! Yıllar önce belirlenen hedefler her anlamada takip edilmekte ve projelerin sonuca vardırılması için izlenen her yolun önü açılmaktadır. Çünkü sistematik bir değişim yeni yaşam formlarını dayatacak, halk yavaş yavaş o forma göre şekil aldırılacak. Yeni bir toplum, yeni ilkeler, yeni yasalarla inşa tamamlanmış olacak…

Hırsın bu kadarını açıklayacak bir tanımınız var mı ya da beni yeniden kodlayacak?