Aşk, sadece
yaşam biçimlerimizde sosyalleşmenin bir aracı değil, kuşkusuz. Çoğunlukla
mantığı aşan ve iradeyi de reddeden bir duygu yoğunluğudur. Bir olgu olarak
algılanmalıdır belki de aşk. Çünkü kimilerini, yaşamı sonlandırma noktasına
vardıran bir süreçtir. Çağlar boyunca aşkın yaşanış biçimi değişikliğe uğrasa
da, değişmeyen tek şey aşkın duygulanım boyutundaki anlamıdır. Diğer taraftan
pratikte aşkın olduğu yerde var olan muhallif “güç”ün önemi azalmaktadır. Çünkü
karşısında engel oluşturabilecek tüm dış etkenleri tanımaması, aşkın kendi
gücüyle ilgilidir. Aşk bir başkaldırıdır ve karşıtlık oluşturmasına karşın bir
teslimiyettir. Güçler çatışmasında elbette ki aşk kazanmaktadır. Çünkü onun adı
dünyayı döndüren güçtür.
Gücü nasıl
anlamlandırdığınız önemli elbette, onu yanınızda mı yoksa karşınızda mı bulmak
istediğiniz... Güç yanınızdaysa var olan gücünüzün niteliğinin arttığını,
karşınızdaysa onunla savaşmanız için eksiksiz bir güce sahip olmanız
gerektiğini anlıyorsunuz. Çünkü aşk, ancak böyle bir gücü muhatap alabilir.
İnsanlık tarihi kadar eski olan
aşkın, mitolojide nasıl anlamlandırıldığı, çağlar boyu dinsel öğelerin içindeki
yeri ve değişimi, değişimin dünya ve ülkemiz edebiyatındaki yeri ve hız çağına
gelindiğinde aşkın duygu alanımızda ne bıraktığı ya da alanımızın onu nasıl
bıraktığı, sizce de önemli değil mi?
Platon,
Şölen/Symposion kitabında kahramanlar yaratır ve aşkın tanımı üzerine onlara
söz verir. Kahramanların her biri didaktik bir dillle anlatır düşündüklerini.
Bu kahramanlardan Parmenides, dünyanın kuruluşu üstüne; Ana Tanrının ilk
düşüncesi Sevgi dir der ve onlar için Ana Tanrı’nın büyük nimetlerin de kaynağı
olduğunu söyler. Hiçbir şeyin insana sevginin yaşatacağı kadar güzellikler
vermeyeceğinden, başkası için ölme duygusunun yalnızca sevenler tarafından
yapılabileceğinden bahseder. “İşin doğrusu şu ki, sevgiden gelen erdeme en çok
değer veren tanrıların asıl hoşlandıkları, hayran oldukları şey, sevenin
sevgilisine gösterdiği sevgiden çok, sevileni sevene bağlayan sevgidir. Çünkü
seven, tanrılara daha yakındır, özünde tanrılık vardır.” Dinsel bir sembol
olarak aşkın gösterilmesi aşkın gücünü de artırmıştır. Aşkta değer
kazanma/kazandırma ve yüceltme duyguları belki de bu erkle ilgilidir. Tanrıya
yakın olma ve ona ulaşma çabası; temelde yatan budur.
İran
Edebiyatı’nda yer alan Fuzûli’nin 1530’larda yazdığı, “Leyla ile Mecnun” aşkı
örnek oluşturabilir, belki tanrısal boyutta aşkın anlam değişikliğine. Çünkü
Mecnun’un –aşkından çöllere düşmesine rağmen– Leyla’yı gördüğünde tanımaması bu
duygunun, yüce olanı aramaya dönüştüğünü anlıyoruz. Oysa Mecnun, tanrıya beni
aşk belasıyla tanıştır, beni aşktan mahrum etme diye yalvarır. Başkalarının
içinde açtığı yarayı, böyle iyleştireceğini düşünür. Çaresizlikte çare, yine
aşk olur. Ancak bu aşk adanmışlığı ve beraberinde teslimiyeti getirir.
Tanrılarla
ilişkilendirilen aşk, zaman içerisinde bu anlamıyla değişim yaşar ve aşk
konusunda Batı Edebiyatı farklı örneklerini vermeye başlar. M.Ö. 440’larda
Antigone adlı bir kadın kahramandan bahsedilir. Yunan mitolojisinde Thebai
Kralı Oidipus’un kızı olan Antigone, Sophokles’in de trajik özellikleri en
yoğun olan oyunlarından birinin kahramanıdır. “Şölen”in aksine dinsel bir
temelden yola çıkmaz ve daha realist bir yaklaşımla yazılır. Ön plana çıkarılan
aşktan önce, hırstır. Haksızlığın ve aşkın trajedisidir bu. Kurallara
başkaldırmayı haklı gösteren bir mesaj verir okuyucuya. Tutku ve özgürlük
duygusu bu başkaldırının nedenidir. Oyun kahramanların ölümüyle sonuçlanır. Aşk
kahramanların karşı duruş sağlamasında önemli bir güç oluşturmuştur. İşte bu
noktada yukarıda değinilen olgudan bahsedilir.
Bir diğer
öykü, İngiliz oyun yazarı Shakespeare’in (594-1595) gençlik yıllarında,
sanatının ilk döneminde yazdığı “Romeo ve Juliet”dir. Dünyada olduğu gibi bizim
edebiyatımızda da bugüne kadar hiç eskimeyen çeşitli sosyal farklılıklar
nedeniyle mutlu sona ulaşmayan aşk temasını işler. Birbirlerine düşman olan iki
ailenin yarattığı dünyada kaybedilmiş aşk örneklerine ve toplumsal örf ve âdetlerin
geleneksellik yapısına vurgu yapar.
18. yüzyıl
sonlarında, sınıf bilincinin egemen olduğu İngiltere’de, zengin ailelerin
çocuklarıyla ortak bir yaşam kurmaya çalışan beş kız kardeşin, mutlu sonla
biten aşkı yazılır. Jane Austen’in Aşk ve Gurur romanı bunu anlatır. Sınıfsal
mücadelelerde sınıf değiştirme ısrarında aşkın engel tanımadığını, bu
mücadelede aşkın bir araç olabileceğinin de vurgusunu yapar. Zorlu bir serüven
olur.
Honoré de
Balzac’ın Vadideki Zambak romanında Henriette, Félix’e yazdığı mektupta öğütler
verir ve bireysel farklılıkları kazanmada yol gösterir kendince: “Gençlerin
çoğu, ne büyük fırsatı, sosyal hayatın yarısı demek olan ilişkileri kurmak için
gereken zamanı kaybetmek suretiyle kaçırıyorlar; hoşa gittiklerinden, onlardan
ilgiyi çekmek için yapmaları gereken şey pek azdır; fakat hayatın bu ilkbaharı
çabuk geçer, bunu iyi kullanmayı biliniz. Bunun için, sosyete âleminde nüfuzlu
olan kadınlarla ahbap olunuz. Nüfuzlu kadınlar ise ihtiyar olanlardır; bunlar
size aileler arasındaki yakınlıkları, bütün ailelerin sırlarını ve amaca
ulaştıran yolları öğretirler. Size yürekten bağlı kalırlar; şayet sofu
değillerse, adam korumak zevki onlar için en büyük ihtirası teşkil etmektedir;
bu ihtiyar dostlarınızın size fevkalâde yardımı dokunacak, sizin
meziyetlerinizi övecek ve sizi herkesin istediği bir insan haline
getireceklerdir. Genç kadınlardan kaçınınız!” Bunun nedeni genç hanımların
beklentilerinin yüksek olmasıdır. Bağlılık isterler ve kendilerini feda
etmeleri gerekmektedir. Aşkta tutkuyu azaltan, değişen ahlaki değerler midir
acaba? Çünkü aşkın kendisi değişmez. Sınıfsal farklılıklar aşkı yaşayan
kişilikleri değiştirmeye başlar.
1900’lü yıllarda yazılan Tanzimat
romanlarında: Araba Sevdası (Recaizade Mahmut Ekrem), Damga (Reşat Nuri Güntekin),
Gülnihal (Namık Kemal), Mai ve Siyah, Kırık Hayatlar (Halit Ziya Uşaklıgil),
Mürebbiye (Hüseyin Rahmi Gürpınar), Zehra (Nabizade Nazım)... ve benzeri birçok
romanda tema çoğunlukla yasak aşklar üstüne kurulur. Bu kaderci bir bakış
açısıyla işlenir. Elbette Batı’ya öykünerek verilen birçok eserde vardır bunlar
arasında. Servet-i Fünun döneminde, Osmanlı burjuvazisinin çöküşünü siyasi
çöküşle paralellik oluşturarak kuran, psikolojik boyutlarıyla birlikte gerçekçi
bir romantizmle ele alan romanlar yazılmaya başlanır. Geleneksel yapı ve bu
yapının dışında yaşanan ilişkileri, dağılmış aileleri, kaybedilmiş aşkları
örnekler bize. Aşk-ı Memnu’da (Halit Ziya Uşaklıgil) Bihter’in, kocasının
yeğeniyle yaşadığı yasak aşkın nedenlerini ve sonuçlarını anlatığı gibi bir
örnektir belki de. Ve değişimin anlaşılamadığının ipuçlarını verir. Servet-i
Fünun döneminin diğer bir yazarı olan Mehmet Rauf’un Eylül romanında –Türk
Edebiyatı’nda ilk önemli psikolojik roman olarak kabül edilir– aşk teması
toplumsal değerler içerisinde verilir. Karakterler namusun önemini, aşkı,
evliliği, birlikteliği sorgularlar. Kıskançlıkların, heyecanların, umutların,
umutsuzlukların ve gözyaşının olduğu Eylül romanı hüzünlü ama içtendir,
gerçekçi ve doğaldır. Aynı yazara ait, Bir Zambağın Hikâyesi romanında ise,
çapkın bir Osmanlı beyi ile zengin bir kadının aynı genç kıza âşık olması
anlatılır. İlginç ve cesurca ele alınmış bir aşk öyküsü... Etkileyici olan, o
süreçte hoş karşılanmamasına rağmen aşk ve cinsel tercihteki sıradışılığın ele alınmasıdır.
Ancak sıkıntı bu cinselliğin anlatılış biçimindedir. Erotik bir dille başlayıp
pornografinin sınırlarını aşan bir anlatımı vardır romanın. (Ne var ki,
Osmanlı’yı kurtarmak için ahlaka ve dine sarılmayı öğütleyen ve örgütleyen
—içlerinde Mehmet Akif’in de yer aldığı— bir kesim Mehmet Rauf’un yazdıklarını
“edebiyat dışı”, “edebiyatı satan” romanlar olarak tanıtır ve gayri ahlaki
bulur.) Evet sadece sandallarda peçe altından göz süzmelere, mendil
düşürmelere, elçiye zeval olmazlara sıkışıp kalmıyor aşk.
Cumhuriyet
döneminin ilk yıllarında sevgi, aşk ve ihtiras konuları ile mutlu bir aile
yuvasının idealize edildiği bir hayat veya bunun özlemini anlatan romanlar
yazılır. Kötü karakterler vardır, ama iyi olan kazanır genelde. Burhan Cahit
Morkaya’nın 1924’te çıkan Aşk Bahçesi adlı romanı ile Güzide Sabri Aygün’ün
1925’te yayımladığı Yaban Gülü adlı romanı o dönemde bu anlamda ele
alınabilecek eserlerdir. Sonraki yıllarda Esat Mahmut Karakurt, Selâmi İzzet
Sedes, Etem İzzet Benice, Şükufe Nihal, Halide Nusret Zorlutuna, Nezihe
Muhittin, Muazzez Tahsin Berkant, Mükerrem Kâmil Su, Cahit Uçuk, Peride Celâl
ve Kerime Nadir gibi yazarlar peş peşe popüler aşk romanları yazmaya devam
ederler.
Cumhuriyetin
ikinci yarısı ve yarısından sonra yayımlanan aşk öykü ve romanlarında
geleneksel ahlak normlarının yanında, bu normların dışına çıkılarak da, döneme
özgü aşk anlayışlarını ön plana çıkaran temalar işlenir. Sabahhatin Ali’nin,
uzun soluklu öyküsü Kürk Mantolu Madonna –bana göre kısa bir roman– düşle
gerçek arasında yaratılan ve tutku haline gelen bir yüzün bıraktığı imge ve bu
imgenenin peşinden sürüklenen bir kahramanın aşkı anlatılır. Silik, içine
kapanmış bir kişiliğin yaşamla bağını koparmadığı alan olarak çizilir aşk.
Umudun her zaman var olabileceğine inandırır kahraman bizi. Güçlü bir
tutkuya... Bir mekâna sığdırılan aşk anlayışının yüzü değişmeye başlar. Aşk
sınırlar ötesinde bulunabilecek bir duygudur.
Kemal Tahir
ise Aşk Çetesi romanında bohem bir hayat süren iki genç arkadaştan birinin genç
bir kadına büyük bir aşkla bağlanmasını, bu arkadaşların yaşam içinde
kendilerini sorgulamalarını ve keşfetmelerini irdeler. Aşkın yarattığı alan saf
mutlulukların, terk edilişlerin, kederin alanı değil sadece, komik maceraların
da içinde olduğu bir çeşnidir. Ve bu çeşni karakterlerin yaşamında, onların
kendisini bulmasını sağlayan bir rehberdir de aynı zamanda.
Günümüz
romanlarına gelince aşkın ele alınışı elbette “hız”la değişen zamanın
etkilerini taşır. Aşkın nedenli, nedensiz kısa sürüşü, biten bir aşkın
arkasından yeni bir aşkın aranışı konu edilir. Aşkın romantik tarafıyla
birlikte, çetrefilli, hırpalayıcı, karışık acılarla dolu, bencil ve düşmanca
duyguların yaşandığı mesajı verilir okura. Aşkların ölümcül acılarını, düş
yıkımlarını, korkularını, kaybedilen kişilikleri ve kaybedilen yaşamları
anlatılır. Gerçekçi bir yaklaşımla mutlu aşkların yanında mutsuz aşkların da
yeri vardır. Eski aşklardaki katlanma duygusu ve kaderine razı gelme düşüncesi
günümüzde ve günümüz romanlarında yıkılmaktadır. Ahmet Altan’ın Tehlikeli
Masallar romanında “âşık olamayan, hiç kimseye bağlanamayan, hem âşık olmak
isteyen, hem de âşık olmaktan, birisine bağlanmaktan deli gibi korkan bir
kadın” karakteri yer alır. Ve bu karaktere “Sürekli olarak bir duygudan bir
başka duyguya atlamanın, hiçbirini tam yaşamadan, hepsini şöyle bir
hissedip...” geçmenin yarattığı iç sıkıntısı sorgulattırılır. Günümüzde yaşanan
birçok ilişkide –kadın ya da erkek olsun– duygusal iniş çıkışlara ve bu tür
içsel sorgulamalara tanık olunuyor ve hiç de kanıksanmıyor doğrusu... İnci
Aral’ın Taş ve Ten romanında ise kahraman, ilk gençlik yıllarında yaşadığı
büyük aşkın izlerini unuttuğunu düşünür. Yaşadığı her içsel yolculuk kendini
bir şekilde hep geçmişe götürür. Uzun yıllar birlikte yaşadığı erkekle yol
ayrımına varmış olması da geçmişteki bu izleri takip etmesiyle ilgilidir. Bu
romanda tutku ve bağlılık aşkı tamamlayan önemli ögelerden ikisidir. Tutkulu
bir “aşktan korunma”nın yoludur belki de kaçışlar. Paylaşılarak suskunlukların
aşılabilirliği yerine gidişlerle ruhun özgürleştirileceğine inanılmasındandır.
Aşk ruh ikizini bulmanın, yitirmenin ve yeniden bulmanın öyküsünü anlatır.
Mario Levi’nin Lunapark Kapandı romanı belki de bu öykünün bir parçasıdır. Evli
bir adamın hayatına giren, yeni ve tutkulu bir aşk mutsuzlukla örgülenir.
Karşılıklı beklentilerin gerçekleşmemesi ve üçlü bir ilişkinin yalanla
kurtarılmaya çalışılması bilinen bir sonu getirir. Ömer Türkeş Lunapark Kapandı
romanının kurgusu için, “Bir süre sonra kadın erkek ilişkilerinin
diyalektiğini, aşkın hallerini tartışmaya, romantik imgelerin insan zihninde
nasıl şekillendiğini göstermeye yöneliyor...” der. Bu aynı zamanda baş
karakterin yaşanılanları yeniden sorguladığı ve kendini yakaladığı bir andır.
Ancak sadece
aşkı anlatan romanlar yoktur elbette; aşk nedir, aşkın gerçekten bir kimyası
var mıdır, diye soran ve bilimsel değerlendirilmesinin de yapıldığı ürünler
yayımlanır. Örneğin daha önce yayınlanan Aşkın İki Yüzü adlı film üzerine tez
hazırlayan H. Zeynep Altan, aynı isimle yayımladığı kitabında aşkın
psikanalitik bir analizini yapmaya çalışırken onu tanımlayan günümüz aşk
anlayışını eleştirir. Farklı çalışan iki beynin birlikteliği algılamayı da çok
çeşitlendirecektir kuşkusuz, ancak bu farklılığın önündeki en büyük engel
önyargılardır. Yazar yargıların bir kültür olarak içselleştirmeye
çalışıldığının altını çizer. Ve ...Tenimize geçmeyen hazlar ve acılar
yaşıyoruz. derken Acaba aşkın yüzümüze tuttuğu aynada kaçımız benliğimizin o
çok katmanlı derisine dokunabiliyoruz.? Ya da dokunuyor olsak bile, içtenlikle
bunu yapıyor muyuz sorusunu sormanızı sağlar.
Bertrand
Russel’ın cümlesiyle “Aşk, iki insanın birbirine şefkatle, tensel tutkuyla, düş
gücüyle yönelmesidir.” Ancak şefkat duygusunun sıralamada sonlarda kaldığını,
tensel tutkunun ve düş gücünün yaşamı renklendirmede bir üstünlük sağladığını
gözlemlemek zor değil. Elbette bunun tersi olan ve kirliliğin uzağında kendi
doğasıyla yaşanan aşklar da var. “Değişiklikle karşılaşınca değişen aşk, aşk
değildir... Aşk gözle değil ruhla görülür.” dese de Shakespeare, günümüzde
değişikliklerle kendini değiştiren ruh hali ve buna bağlı olarak aşkın yaşanış
biçimini sanırım yeniden tanımlamaya başlıyoruz. Kuşkusuz doğru olan ve tercih
edilmesi gereken Shakespeare’in bu düşüncesidir. Masum ve mutlu aşklar köprüsünün
altından çok sular aktığını belirtmek ve bir aşk endüstrisinden bahsetmek
gerekir belki de. Aşkın ve seksin iç içe geçtiği —aslında tensel doyumun
ötesine geçmeyen— bu ilişkilerin çok kısa sürmesinin nedenini Erich Fromm’un
Seks ve aşkın tüketime yönelik kötüye kullanımı, hayatı anlamlı kılan diğer
şeylerin eksikliğinde, mutluluk olarak onların yerini doldurma görevi
üstlendiğine yönelik tesbitiyle açıklayabiliriz. Psikolojik bir doyumsuzluk ile
aşkın tüketilmesi arasında bir paralelikten mi söz ediliyor? Doğrusu bana çok
mantıklı geliyor.
Genel
anlamda, çevresinden başlayarak bir ötekine baktığında görebildiği bu
keşmekeşliğe anlam vermeye çalışan insanların sayısı az değil, ancak büyük
çoğunluk sanal bir mutluluk içinde yaşıyor. Bireysel eğitimden alın da
toplumsal eğitime varan her konuda durup düşünüyorsunuz elbette, nereye böyle?
Her anlamda
yaşanan değişim, sadece aşkın yaşanış biçiminde bir erezyon yaratmıyor elbette.
Teknolojik değişimlerle birlikte yaşamımıza giren –ve sosyalleşmenin bir ölçüsü
olarak algılanan– modern çağın gereçleri aynı zamanda yabancılaşmayı da
beraberinde getirir. Toplumsal ilişkilerde isim olma, beğenilme, markalaşma
düşüncesi sadece moda dünyasıyla sınırlı kalmıyor. Özellikle gençlerin bir
bölümü –daha çok varoşlarda yaşayan ve sınıf atlama hayali olan– gruplarda bunu
görebiliyoruz. 1980 sonrası gerçekleştirilmeye çalışılan tektip ve uyumlu,
uyuyan insan modelinde elbette aşk, bu tiplemelerin dışında gelişmeyecektir.
Bununla birlikte aşkın yaratacağı birlik ve tutkudan uzaklaşan, yalnızlaşan bir
yaşam eteklerimizden asılır oldu. Bunun çok çeşitli nedenleri vardır elbette.
Ancak ben, toplumsal değişimlerde psikolojik bir travma yaratıldığı
kanısındayım. Maddi değerlerin manevi değerlerin önüne geçmesi, geçici olanı
tercih etme noktasında belirleyici oldu. Beklentilerin –meta ve aşk– ikileminde
çoğaldığı ve çıtanın yükseltildiği grift ilişkiler ağındayız, aşk için –bilmem
kaç kratlık elmasın– şiirsel dilini yaratan kapitalist düzen, ne yazık ki
özentiyi çok açık desteklemektedir. Ve medyada yaratılan şişirilmiş hayatlarda
çok sıradan ulaşabilirlik duygusunu vermektedir. Bu duygu amacı belli olmayan,
arayış içinde olan, ismi konulamayacak nice ütopik yaşam biçimlerine yer
açmaktadır. İşte bu alanda aşklar kısa, aşklar sembolik, aşklar
değersizleştirilecektir.
Kapitalizm
ve ürünü olan tüketime dayalı değişim, sanat ve edebiyat alanı için de
geçerlidir. Ve olumsuzlukları özellikle son yıllarda gözle görülür bir şekilde
hissedilmektedir. Hem insani boyutta hem de ürün boyutunda. Her dönem, kendi
edebiyat dili ile ürünlerini yaratıyor. Ve hız çağı içerisinde edebiyatta da
tüketime yönelen bir dil edebi dilin içine girmeye çalışıyor. Çok doğaldır ki
verilen ürünler bu dilin dışında kalmayacaktır. Popüler dil denilebilir mi
buna? Olabilir. Tüketim, kazanma ve köşe dönme fikriyle başa baş gidiyor
kanımca ve birbirlerini de besliyorlar. Arka arkaya basılan ve raflardan
sokaklara taşan kitapların çokluğu ürkütmüyor belki ama düşündürücü. Okuma
oranının (!) artmasını, edebi kimliğinden soyutlanarak ve basitleştirerek
yazılan, gündemin, sistemin nabzını tutan bir dille yazılmış ürünlere
bağlayabiliriz. Burada belki de tek umutlandırıcı olan sadece “okuyan”ların
çoğalması ihtimalidir. Dikkatinizi çekiyordur; özellikle şiir okunmayan bir
ülkede meta aracı olarak kullanılan bir şiirsel dil önplana çıkarılıyor.
Reklâmlar, cep telefonlarından gönderilen aşk mesajları, duvar yazıları bunlara
küçük bir örnek. Sanırım sanat ve edebiyat çevresi en büyük sıkıntıyı da
karaborsada yaşıyor. Bedavacılığın, sömürünün, adaletsizliğin sıkça yaşandığı
ve alttan alta desteklendiği sakat bir zihniyet, daha kötü bir yazın dilini
doğurabilir. Elbette o zaman popüler bir dilin olumsuzluklarını içine alarak
devam edebilir bu anlayış. Yani yüzünüzü emeğin değersizleştirildiği tarafa
çevirdiğinizde gelecek kaygısı daha fazla korkutuyor insanı. Bu yaşam
biçiminden ve dayatılmaya çalışılanlardan memnuniyetsizlik hissedilmemesi de
ayrıca çok şaşırtıcı doğrusu.
Doğaldır ki,
ortak yaşam alanları içerisinde, birini etkileyen herhangi bir olay diğerini de
etkileyecektir. Bunun tam tersi olduğunda şapkalarımızı önümüze koymanın bir
yararı olmayacak ve belki de geç kalmış olacağız. Ne yapılmalı? Bir ses, yeni
bir soluk, güçlü bir duruş yerini ve zamanını mı kolluyor?