18 Kasım 2009 Çarşamba

Aydanur Saraç ile söyleşi- Selami Karabulut

Sevgili Aydanur merhaba, ocak ayında bir şiir kitabının çıktığını biliyorum, ancak ondan öncesinde şiir serüveninden bahset bize, bu serüven de senin sınırlarını zorlayan neydi?

1996`dan itibaren bu serüvene katkı sağlayan dostlarımı anmadan geçmek istemiyorum. Öncelikle sevgili Hüseyin Alemdar. O, Cumhuriyet Kitap'ta şiir meraklilarına not düşmeseydi, bu zorlu sürece giremeyebilirdim. Bir yıl sonrasında Edebiyatçılar Derneğin de Hüseyin Atabaş'la olan tanışmamız ve Damar Dergisi’nden Özgen Seçkin, Aydın Şimşek, sonrasında Haydar Ünal, Erhan Pınarbaşı, Hasan Sertkaya, Vefa Önal, A.Kadir Bilgin'i anmak isterim. Ve Damar'da geçen - adına hizmet içi eğitim - dediğim o buluşmalar, söyleşiler, şiir çözümleme günleri, hayat ve sanattan bize kalanlarla kendimizin ve bu camianın renklerini öğrenmeye başladığımızı söylemeliyim zira o dönem yalnız değildim. Sevgili Refıka, Sevgili Özcan ve Umut vardı. Çok kolay olmadı şiiri öğrenmek, birçokları gibi deneme yanılma yolunu kullandım, neticede alaylıyız. İnceliklerini kavramak, onu anlamak uzun yılları kapsıyor, kapsayacak, çünkü kendimi/zi şiirin önünde hep öğrenci olarak görüyorum. Şiirin farkına varma ve onu anlama yaşım geç oldu, bu nedenle ne kadar çabaladıysam o kadar yol aldım, öğrendikçe yol uzadı, yol uzadıkça kendimi değiştirdiğimin farkına vardım. Benim için tek başına değişmek zordu. Bu yolculukta benim anladığım; herşeyi bilen ve size kendini adayan bir rehber yok. Başlayış sürecinde benden önce başlayan arkadaşlarımın şiirinin farkında olamamak korkusuydu, bilinçli bir öğrenmeyi gerçekleştirememe duygusuydu, neyse ki bir zaman sonra kendimi anlamaya başlayınca o duygu kayboldu. Bunun yanında bir de dergilerle ulaşma sorunu vardı ki, hala da devam ediyor. Bunun sonradan değişeceine inanıyorum elbette.Kısaca böyle toparlayabilirim yaşanılanları. Belki çok kolay değildi ancak orada olmak hayatımda yaptığım en güzel tercihtir. Bu arada, sevgili genç arkadaşlarıma, şiir gönüllü olmayı gerektirir, onu seviyor ve katlanmayı göğüslüyorsanız bir yerden başlayın derim. Ötesi zaman kaybıdır çünkü.

Şür geleneğimize baktığımızda erkek şairlerin çoğunlukta olduğunu görüyoruz. Bu durumu ataerkil geleneğe yaslanmış bir yaşantının uzantısı olarak değerlendirebilir miyiz. Sen ne dersin?

Modern bir yaşamın içinde olsak da biz gelenekleriyle yaşayan erkek egemen bir toplumun bireyleriyiz ve hatta bireyliklerinizi tartışma şansımız yörelerimize göre de değişir. Böyle bir kültürden gelip ondan etkilenmemek olası değil. Geleneğe karşı mıyım kişinin bireysel gelişimini engelliyor ve güdümlü bir yaşam biçimini dayatıyorsa karşıyım. Ancak ütopik olmaya da gerek yok. Yerine yenisini koymadığınız sürece bu anlayış hep devam edecektir. Kadınlar ki bu olumsuzluklardan en çok etkilenenlerdir. Buyurgan, engelleyici, tıkayıcı olan bu egemen duygunun hızla üstü törpülenmekte, bundan sonra içindeki incelikler farkına varıldığında ön yargı yerini, daha yaşayan yeni başlangıçlara bırakacaktır. Ve ben inanıyorum ki hemcinslerim kadar eril dostlarım da katkı sağlayacaktır bu sürece. V. Woolf un; “savaşlar ve faşizim, erkek egemen bir anlayıştan dolayı vardır “demesine karşın... Kaldı ki geçmiş yy'dan başlayarak sadece gelenek değil bir sistem sorunu da yaşayan kadınlar/ erkekler açıktan bedel ödediler ( Pir Sultan Abdal, Nesimi... gibi). Ve kendini mahlaslarıyla gizleyen kadınlar, divanın tüm ağırlığını hisseden kadınlar. Artık 21.yy'da şiirin, şairin ve yaşamın açmaz(lar)nı tartışmak gerekli. Çünkü bir ortaklığın devamı için şiir ve onun öznesi gereklidir.Eril ve dişil cinsiyetlerin birlikteliği gereklidir. Sanat dalı içinde var olmayı bireyin yakalamış olduğu bir ayrıcalık olarak düşünürsek, bu ayrıcalığın (toplumsal düzeyde) yaşam pratiğine nasıl yatısıtıldığı önemlidir. Ama ondan önce bireysel arınmalarımızı gerçekleştinneliyiz.
Bir kitabın öznesi olmak önemli ancak, ben kendisınden ötekine, ötekinden bana dönebiliyorsam, bir dönüşüm baştatabiliyorsam başarılı hissediyorum kendimi. Herkes için olmayabilir ancak beni anlatan en doğru yaşam biçimi bu.


Peki bunu biraz daha açalım.Son günlerde bu konu edebiyat kamuoyunda sık sık masaya yatırıldı. Bu tartışmaya bir yazınla sen de katıldın. Şairin eril ya da dişil olma durumu.Yani şairin cinsiyeti. Hatta cinsel tercihin şiire olan yansıması. Şiirin de cinsel bir tercihi olmalı mı?

Ayten Mutlu'nun bir yazısında, Shelley şöyle diyordu; içinizde olmayan şiiri, hiçbir yerde bulamazsınız. Nedir bu kadın şair, erkek şair takıntısı. İçimizde olan şiiri kim yazıyor. Herkes kendine konuk olanı, kendi payına düşeni ağırlıryor. Besleniyor, besliyor ve yazıyor. Ve kendi arayışının / çıkışının sözcüsü oluyor. Ve başkalarının. Bahsettiğin yazımda belirttiğim gibi ` şair bir araçtır şiir için, kendi içindekine dokunarak başarır bunu. Onun için ne kadar süreceği belli olmayan bu bekleyiş de; tüm erkek şairler dişil, kadın şairler de erildir. Şiirde cinsel farklılık değil söylem farklılığı vardır. Biçim vardır, biçem vardır, tematik aktarım, anlam ve sözcükler vardır. Bunların hepsi şiirin iç sesi içindir. Diğer bir deyişle şiir şairin aynasıdır. Bunların her biri evrensel bir şiiri yakalayabilmek içindir bunu hepimiz biliyoruz, o halde egomuzu farklı dillendirmenin geçerli sebebi var mı?. Geleneksel yapının değiştirilmesinden söz eden şairler için bu tür bir çelişkinin yanıltıcı olacağı kanısındayım. Eğer gerçekten egomuzu özgürleştirmek istiyorsak.
Diğer bir konu bu ülke de cinsel tercihini farklı kullanan şairlerimiz de var, yazarlarımız da. Onlara da ayrı bir kulvar mı açmalıyız. Bu mentalite kendini çürütmüştür, miadını doldurmuştur artık. Şiirin cinsel bir tercihi olmalı mı hiç düşünmedim.

Şiirle iktidar arasındaki ilişkiyi sorgularken bir yazında "şiir iktidarda kendine yer açmalı" diyorsun. Oysa şiir geleneğimizde ki genel eylemin şiirin bir muhalefet söylemi olduğu doğrultusunda. Senin bu söylemin yeni bir söylem. Ya da ben ilk kez duyuyorum. Beni aydınlatabilir misin. Şürde iktidara yer gösterirken ne demek istiyorsun?

Kum dergisinde yayınlanan bir yazıdır o. Bir hayli tepki geldi bu konuda, yazıdan bir bölüm aktararak denilmek isteneni bir kez daha yineleyeyim.' yüzyıllarca örgütleyici yanından, kendini fark ettirme özelliğinden korkulmuş, bu yüzden dışlanmaya çalışılmıştı şair ve şiir. Eğer bir işlevi ve bir karşılığı yoksa neden zorlu bir süreç yaşadı şair ve şiir? Duruş anlamında şiirin ve şairin (değişim ve dönüşümü vs ) sağlayacakları adına önde durması bir gerekliliktir' Şiirin bir işlevi olduğunu düşünüyorum ve onu karşısında canlı bir varlık olarak algılıyorum. Çünkü şairin iktidar karşısında ki tek silahı sözcüklerdir, onların örgütlenişidir. Öte yandan bu gereklik yerine getirilirken sadece muhalif yanı değil, eylem yanının da ön planda olması gerekir. Bu duruş sağlanırken de karşı durduğu güç kadar bir gücü olmalıdır. Şiirin iktidar sahası burada anlam buluyor. Sadece sesli düşünüyoruın ve şunu soruyorum: `Muhalif yanıyla da olsa şiir bir savaş verirken, kazanımı için eşit şartlarda olması gerekmiyor mu?' Siir hep kaybeden miydi yoksa. Şiire iktidarda yer gösternmiyorum bilakis o zaten iktidarm içinde. Karşısında ve kendini yıkarak karşılık buluyor. Kendini yıkan bir anlayıştan elbette daha fazlası beklenecektir...Siz şiire görev ve sorumluluk yüklemiyorsunuz, ben de yüklemiyorum ama onun bir misyonu var zaten, iktidaı-la savaşan kimliği bir gücün de simgesini oluşturacaktır zamanla.

Sevgili Aydanur uzun yıllar Ankara'da yaşadığını biliyorum. Şimdi Kırşehir'desin. Taşrada olmak nasıl bir duygu. Şiirini olumlu ya da olumsuz anlamda ne ölçüde etkiledi?

Evet taşrada olmak... Kırşehir'e taşınma konusunu sekiz ay geciktirdiğimi söylemeliyim öncelikle.
Çünkü o dönem bende inanılmaz bir panik gelişti, ya şiir çalışamasam korkusu. Ankara'dan uzaklaşmanın bir geriye çekilme olduğunu düşünerek geçirdim bu sekiz ayı.Sonra bir gün taşrada olmanın da bir güzelliği, iyi bir tarafı olacağı kararına vardım. Ya da kendime ve şiirime inandım. (İnanmasaydım belki de şiirim bitebilirdi). Ilk başladığım noktanın ne kadar ilerisinde olduğumu görecek kadar da bunun yararını gördüm. Çünkü taşrada olmak hep bir şeylerin uzağına düşmek olsa da, siz varsınız, sizin gerçekleştirebilecekleriniz; kitaplarınız, kaynaklannız, yeni dostlarınız, gidişler-dönüşler, bir ötekinin hayatınıza kattığı anlam ve bu karmaşa içinde hayatın size sundukları, dönüştürdükieriniz....vs. vs. Kendinize olan bir yolculuk biraz da bu serüveni renkli kılan. Bir dostum `her yolculuk bir öyküdür' demişti bir mektubunda. Kimlerle oldugumuzu sorgulasak da sorgulamasak da, önemli olan o öykünün bir parçası olmak . Elbette tutunduğumuz şeyle. Benim için bu şiir, sevgili eşim ve ailemdir. Zor yanları var elbette, sorunun şehirlerle değil insanlarla olduğunu kavrayacak kadar deneyim sahibiyim. Bir şeki1de hayatı dengeleme çabası içindeyken, şiirim ve ben her şeye rağmen hafıf sıyrıklarla biz olmaya çalışıyoruz. Sanılmasın ki taşra eskisi gibi masum. Artık sıkıştırılmış kentlerdir oralar, bütün mesele zihniyette. Taşralar büyük şehirlerin arka bahçesi. Buna rağmen şiir hayatın içinde her daim olacak.

"Sonra güller kırmızı" kitabının üzerine konuşalım istersen." Çokça ağrılarımız / çokça yaralarımıza basilan tütün / en ağrısız haliyle/ en çirkin/ üfleyen rüzgarla büyü kalbim/ (d) üşüyor kederler / kar örtmüyor esmerliğini" Bu dizelerde ki iç konuşmalarında günümüz yapısını irdeliyor ve bireyin sosyal yaşamda bulunduğu yeri sorgularken de acıya ve kedere gömülmüş bir tablo koyuyorsun önümüze. Ama bir yandan da" büyü ey kalbim bilmeden büyü/ sevmemekle başlıyor her şey" diyorsun. Burada sevginin yeni tarifınin yapıldığı bir aforizma var. Bu nasıl bir sevgidir.

Sosyal yaşama taşra bakışının bir yansımasıdır kar taneleri. Bir sesli düşünüştür. Şiirde dikkati çeken iki öge vardır. Biri öznenin kendisine didaktik yaklaşımı, ikincisi tanıklık ve tezatlık oluşturmasıdır. Yaşamda en iyi şeyler sevmekle başlayabiliyorsa tam tersini de düşünmek gerekiyor. Sevmemekle de başlayabilir çok şey. Bunu bilmeden büyümek diğer bir önermedir.Bu anlamda aforizma kabul etmeniz mümkün. Dizedeki kalbim bir çocuktur ya da onun yerine siz neyi koyuyorsanız odur. Ve özneye sevmemenin olası sonuçlarına yapılan bir uyarıdır. Tersten bir yorumlamadır hayatı. Sevgiye yeni bir tanımlama getirmek yerine, tezatlık oluşturularak yapılan bir gönderme vardır demek daha doğru olur.

Bireyin kendine ve topluma yabancılaşma sürecinin yaşandığı günümüzü senin şu dizelerin çok güzel tarif ediyor." O yüzden öznesiz şiirler yazdık ağrılı sivilceler çağında" burada günümüz şairleri adına bir özeleştiri yaptığını düşünüyorum. Kendi yaşamının bile öznesi olamayan bir şairin söyleyeceği neyi olabilir ki? Buradan günümüz şiirinin yaşamı yansıtmadığı sonucuna varılabilir mi?


Kendi yaşamının öznesi olamayan nice insan var. Ama söyleyecek sözleri de var sevgili Selami.İnsanlar yaptığı ve başarabildiği kadarını yaşıyor.Ya da düşündüğümüz ve yaşadığımız kadarıyla var oluyoruz. Toplumsal bir varlık olduğumuzu unutmadan yaşamak önemli olan. Olmamız gerektiği yerde, ne kadarız ve nasıl varız noktasından sorgulamaya başlanmalı. Özne olma durumu insanın sadece kendine giden yolu açmamalı, başkalannın öznesi olabilmekte önemsenmelidir. En azından ben böyle olduğunu düşünüyorum. Kendimi yararlı hissettiğim sürece mutlu oluyorum çünkü. Hiçbirimiz aziz değiliz ancak görmek için bakmak gerektiği unutulmamalıdır...Kendine dönüş, yalnızlık sürecinde gerçekleşiyorsa kendimizle olan mesafeyi bir miktar daha kısaltabiliriz, bu işe de yarar kuşkusuz. Başkasına giden yolu daha anlamlandırabiliriz. Ama herkesin kendi gerçeği olduğu düşüncesinden yola çıkarsak çok renkli şiirin olması da şaşırtıcı değil pek tabii ki. Günümüz şiiri tam da bu noktada şairinin gerçeğini yansıtmaktadır. Bu da yaşama dair bir şeydir zaten.

“kalbinize uğruyor kalbiın" dizen, şiirin insanlara ulaşabilmek için kullanabilecekleri en kestirme yo1 olduğunu söylediğini düşünüyorum. Yanılıyor muyum? Senin için şiirin tarifı bu mu?

Sanırım şiirin ihtiyaç duyulduğu noktaları belirleınekle ilgili sorduğun. Artık dizeler cep telefonlarında mesaj olarak kullanılıyor... Bahsettiğin böyle bir şeyse endişelenmek gerekiyor mu bilmiyorum. Umuyorum ki geçici bir durumdur. Gelecek kavramımn kimde nasil şekil bulacağını kestirmek zor. Yarın bu çoğunluğun aynı yerde olup olup olmayacağı önemli. Her şairin kendi şiir tanımı vardır derler. Ben ise anladığımı paylaşmak isterim. Şiir genel olarak özneden başlayarak ötekine giden ve yeni duyarlılıklar oluşturan bir iletidir. Ötekinden gelen iletinin de bende bunu gerçekleştirınesini beklerim doğal olarak. Ama şiir özel de benim kendimi gerçekleştirdiğim ve nefeslendiğim sahici bir alandır.

Son olarak bütün şairlerin yaşadığı ortak bir sorun üzerinde konuşmak istiyorum. Yazılanan ürünlerin kitaplaşma sorunu. Yani bir şairin okuyucusuna ulaşabilme sorunu. Sen de bu sıkıntıyı yaşadın mı? Yaşadınsa nasıl aştın? Bu sorunu yaşayan şairlere bir öneri getirebilir misin?

Kitaplı olmayı; bir şairin varolma bilincinin eyleme dönüştürülmesi olarak algılıyorum. Nedenine gelince; biçimsel ve içerik açısından kitabın kazanacağı boyut, dergilerde yer almanın ötesinde bir sorumluluk getiriyor. Durmamız gereken yerin araladığınız pencere olmayacağını kavrıyor ve değerlendirebilirseniz kendinize yeni bir kapı açmanız gerekliliğine kadar varıyor. Bu o kitabın öznesini endişelendirdiği gibi heyecanlandırıyor da. Hemen belirtmeliyim okuyucuya ulaşma sorunu salt kitapla hallolmuyor, bu serüveni etkileyen dört önemli neden sıralayabilirim: reklam, dağıtım, kitapevlerinde şiirin yerini bulması ve buluşmalar. Okuyucuya ulaşma sorununu kitaptan önce şiirlerinizle dergilerde, dinletilere çıkarak, söyleşilerde bulunarak aşabilirsiniz belki, ancak kitap olayında iş degişiyor. Emeğinizin karşılığını maddi olarak alamıyor olsanızda, gerekli yerlerden destek görmeyi bekliyorsunuz. Kitap sonrası söyleşiler, imza günleri, vs. Bunların hepsi yolunda gitse bile, biz şiirle buluşurken okuyucunun talebini de önemsemek gerekiyor. Her şairin bir okuyııcusu vardır bakışının bir genelleme olduğunu, içinde bulunduğumuz noktada gerçekçi durmadığını söylemeliyim. Bilinen ve isim yapmış şairlerin dışında çok okunduğumuzu da düşünmüyorum açıkçası. Bu anlamda “erkini ispatlamamış” bir şarin (!) okuyucu oluşturma gayreti ve sabrı biraz daha uzun da sürebilir.. Buradaki erk iktidaı- anlamında değil şiirin niteliği açısından kullanılmıştır. Kaldı ki var olan şiirler arası biı- çatışma değil, şairler arası bir çatşmadır, söz öbeklerinin buluştuğu noktada....Bu tablo genç arkadaşları korkutsun diye değil, daha fazla ısrarcı olmalarını sağlasın diye çizilmiştir.. Bir öneri getirebilir miyim? Elbette hazırlık aşamasında iyi bir ekiple çalışmak ve ekibin birbirine olan güveni önemlidir. Dosya incelemedeki tarafsızlıkları. Biz bir ekip anlayışıyla gerçekleştirdik bunu. Özellikle ekonomik sorunlar kendi aramızda kurmuş olduğumuz fonla aşıldı ve kitaplarımızı o sayede çıkarabildik.Umut Çetin, Refıka Altıkulaç,Özcan Öztürk, ben.

Unutmadan Kum Yayınevi’nin (Aydın Şimşek) şiirimize olan yaklaşımını ve desteğini de belirtmem gerekiyor. Hepimiz için gelecek ne getirecek bu birazda bize bağlı. Sevgili Selami sen de şairsin, bilirsin her şeyde olduğu gibi şiirde de çalışmanın önemi büyük, fakat ilerlemek için çevresel faktörlerde etkili...Teşekkür ederim.
Zaman ayırdığın için ben çok teşekkür ederim. Seninle birlikte dîğer arkadaşlarında yolu açık olsun.

2004-
Damar Dergisi

22 Ekim 2009 Perşembe

İZ VE KAÇAK; FAZLASIYLA YAŞANMIŞLIK


“beni susmaya çağırın / korkaklığımla yüzleşmeye, sıkıldım arsız bir gölgeyi kendim bilmekten/ son sözüm aşk üstüne olsun/ belki bir derinlik edinir alnımı bıraktığım uçurum.”

Kişilerin kendini anlatmasının birçok yolu var ve susmak sadece bunlardan biri. Susku, bir fırtınaya, ressesif bir yana ve düşünmek için de yakalanmış bir ana işaret edebiliyor bazen. Anlaşılmamayla başlayan soyutlanma duygusu, insanın kendini, başkalarını ve ortamı yadsıması, yaşamda yalnızlık duygusunu destekleyebiliyor aynı zamanda. Bu pencereden bakıldığında ‘bir olay, durum ya da bir yaşayıştan geriye kalan’ anılara, arakesitlere bakan bir özneyi anlayabilmek daha kolay oluyor.

Selami Karabulut’un İz ve Kaçak şiir kitabında üzerinde durmak istediğim, genel temadan yola çıkarak şiirin nasıl söylendiğinden çok, ne anlattığı olacaktır. Çünkü şiirlerin genel izleğini oluşturan (anlaşılmama, soyutlanma) yaşamın içinde bunlarla birlikte var olma yarışı, şair, şiir ve okuyucusuyla önemli bir bağ kuruyor. Kitaptaki ana yönelim de bu bağı oluşturan yalnızlaştırılma, yabancılaşma duygusunu içine alarak ortaya çıkıyor. İçinde kırılmaları, uzaklaşmaları ne kadar barındırırsa barındırsın sınırında gezindiği yaşamı şekillendirebilen bir ruh haline sahip şiirler. İçsel gelgitler, bunların yaşam pratiğinde bulduğu anlam... insanın kendini yok sayması, yüzleşmeler, kıyısını ezberlediği bir yaşamın sunmadığı farklılıklar… gelip durduğu ayna (bu bizim aynamız ya da paranoyamız olabilir mi?) Her şey gelip geçiyor ve özne olan yanı bir kuyunun başında sesinin kendisine dönmesini bekliyor. Dönüşünü beklediği sesin bu yolculuğunda, sorguladıkları ötekiler için ne ya da kim olduğu düşüncesidir. En yakınınızdan başlayarak, en dışa kadar yöneldiğiniz durumlarda, farklı olan yanınız, başkalarının anlamadıklarıyla ilgili olandır çünkü. ‘Ne’ soru imi bu anlamda canınızı yakıyor olabilir. Hangi sorunun şifresi kolay çözülüyor ki!

“öncesi yokmuş bu sayrının, sonrası da/ iki ucu kör bir karanlık/ her satırı boş ömrüm beni yalanıma bağışlasın / hep sona yürüdüm / kendi sonsuzluğuma / içimde taşralı, küllenmek bilmeyen bir heves… ufkumun sınırıydı acısına düştüğüm tuzak / bir kusur gibi taşıyıp durduğum yüzümde (s.9).”

Kendi kokusunu ünleyen bir hanımeli almışken sizi içeri… başka bir dil şah damarınızı çiziveriyor. Bir son mu olmalı bir başlangıç mı? Bu noktada yaşamı şekillendiren ruhtan ”eskimiş kaygıları akıtmalısınız önce” önerisi geliyorsa toparlayıcı, tetikleyici yanı önde olmasa da o umutsuzluğu tek başına bırakmayacaktır. Yukarıda yaşamı şekillendiren yan da bununla ilgilidir. Kırılmaları besleyense, içsel bir yolculuğun dış dünyayla olan tezatlığıdır ki bu da şiirlere güzel bir şekilde yansıyor. Şiir ki anlamsızlığın anlamını bir objeye, bir duyguya, bir varlığa olan açılımıyla ortaya koyuyor. Şiir, öznelden başlayarak ötekilere varan bir arya oluyor sonunda.

“ah! kendine düşten kaleler edinmiş ömür / bir kaçağın güzelliğidir aslında teninde gizlediğin / çok verip az alınmış razılıklı pazarda / alevsiz yanarmış, içinde bir gurbetle yaşlanan, kanmadım dese de ilk günkü yalana / bakıp durur öylece alnında bozkırın mührü / yorgun tebessümle hatırlanan uzaklardaki çocuk (s. 39)”

İç sesi karamsar (şairin tüm şiirleri için geçerli) olmasına rağmen bilge yanları var şiirlerin. Sahip olduğu ikircik bir ruh hali. Gölgesinde yaşadığı bir çınar, çınar altında bir sandık, onun içinde de şairin ve sizin koyduklarınız. Şiirlerin her biri, şairin kuytusundan gönderilmiş adresi olmayan mektuplar. Demek ki herkesin kapısına bırakılmış, açılmayı bekleyen, özleyen bir yanı var bu mektupların. Ya da adresi olan/ulaşılmayan bir yanı.

Yaşamla olan sorunu ve bu sorunun dizgeye girdiği dil rahat. Bu rahatlığı şairin içsel serüvenine olan eleştirel bakışı, kendisiyle olan hesaplaşması, durduğu yeri sağlıyor. Durulan noktaya ister kendinizi koyun, ister şairin öznelliğini, bir gerçek var ki duygusal kaosların dışa yansımasını sağlayan oluşum yoğun, yorucu bir laboratuvar çalışmasıyla gerçekleşiyor. İlk kitaptan çok, ikinci ya da üçüncü kitap tadı veriyor İz ve Kaçak.

İlk bölümü Tuzak şiiriyle başlayan kitap altı başlıkta toplanıyor; “yangın ve kül (6 şiir), delilik belirtileri (8), güz ve gece (5), zamansız fotoğraflar (7), güz senfonisi (1), son ve sonsuz (2)”. İz ve Kaçak 2003 yılında Sağlık Emekçileri Sendikası (S.E.S.) “5. Kültür Sanat Ödülleri” yarışmasında birincilik alıyor.

Kaynak
Selami Karabulut, İz ve Kaçak (Ağustos 2005, KÜL SANAT)


Damar Dergisi'nde yayınladı bu yazı

28 Eylül 2009 Pazartesi

SANATIN DİLİ ve SAVAŞ

Ülkemizde ve sınırlarımızın ötesinde yıllardır davam eden savaşları izliyor ve daha neler yapabileceğimizi düşünüyorum. Evet, yazmak ve savaş karşıtı gruplarda yer almak bunun bir yolu. Bunların da bu erkin karşısında işe yaramamasından umutsuzluğa kapılıyorum. Çünkü biliyorum ki sadece benim ülkemde değil diğer ülkelerde de bu gösteriler yapılmakta. Yüz yıllardır devam eden yazma serüveni sadece benim ülkemde değil diğer ülkelerde de, şiirle, romanla, resimle, dansla ve müzikle savaş karşıtı söylemlere aracılık etmektedir. Zaman zaman savaşı öven dile de aracılık etmektedir elbette. Emperyalizmin açtığı yaralarla savaşacak güç ile sanatın dili burada ayrılıyor işte. Sanatın gözünün yaşlı oluşu, ateşin karşısında öznesini kaybedişi bundandır, oysa savaşmalıdır. Bu bir çelişki oluştursa da savaşma ruhu bir şekilde hep içimizdedir. Buna karşılık savaşın tüm çirkinliğine rağmen sanat, inadına güzelden, estetikten yana olmalıdır. Ölümün de bir estetiği olmalıdır elbette. Parçalanmış bir bedenin sarsıcılığında kaybolur estetik çünkü.

Tüm sanatlar savaş kadar eskidir. Uzun ama kara bir geçmişi anlatır. Sorar elbette “kimin yerinde olmak istersin? Savaşın celladı mı, kurbanı mı?”. Hayır ikisine de hayır diyorum tüm gücümle ama bu ses ince, sessiz ve kırılgan kalıyor her şeye rağmen savaşın gölgesinde.

Bu nedenledir ki tüm sanatların savaşın yok ediciliği karşısında ki etkileme gücü, kendi evriminde saklıdır. Evirilmesinde. Onun kazanma ve iktidar olma hırsı ruhu incitmez. Onun muhalefeti barış içindir ve yaşanabilen bir dünya kurabilmek adınadır. Savaşın dehşeti karşısında sanat ağlayan bir göz olabildiği için yaraya yakındır. Yaraya dokunur, onu hisseder. Sanatın dili öfke, hançer olsa da öldürmez. Niyeti bu değildir. Sanat bir öldürme aracı değildir. Savaşın karşısında bir iç sızısını anlatır.

Sanat, politik bir dilin temsilcisi olmamasına rağmen, savaştan, çatışmadan, şiddet ortamından rant elde edenlere karşı oluşturulan politik bir dayanışmada, “ama”sız, “fakat”sız barışı en temel alan bir politik talebin arkasında yer alır. Savaşa ve işgale karşı barışı, etnik çatışmalara karşı farklılıklarımızla bir arada yaşamayı savunan bir düşüncenin yanında olur.
Sanat bir yaratımdır. O, farklı dillerle oluşturulan bir düştür. Bir dünyadır. Ki o dünyanın içinde yaşanmış ya da yaşanmamış nice güzelliğe ve acıya yolculuk etmiştir/edecektir. Başlangıcından bu tarafa kendi savaşını veren dünyamız için sanat, nefes aldıran bir buluşma dilidir. Ortak bir eylem dilidir. Ve o eylemde sanat ve sanatın diğer dalları birbirinden ayrı düşünülemez. O nedenle birbirlerini etkileyerek ve birbirinden güç alarak var olacakları bir zeminde daha fazla buluşmaları gereklidir. Çünkü Brecht'in söylediği gibi:
"Bütün sanatlar, sanatların en yücesi olan yaşama sanatına hizmet ederler."
Sonuç olarak “yaşama sanatı’nda” savaşsız bir hayat dileme lüksüm olsaydı, ölen binlerce çocuk gibi “yaşamak istediğimi” söylerdim.


Akköy Dergisi
2008

8 Ocak 2009 Perşembe

MASALLAR

acılarla büyüyorum
anlatacak masalım yok diyor annem
hatırlayın çocuğum ben .

bir kurşundan hızlı koşmalıyım, ama nasıl?
konuşmalıyım zamanım yok
az sonra çelik bir dev silecek hayalleri
yabancı yüzler ve eller, ölen gözler, büyüyen gözler
küçük kalbim büyümek zor.

ah kelebek kanatlı ev, duvarları örselenmiş ev
dilin var mı, anlat benim dilim dönmüyor
dağılmış pencerelerin kalbim gibi

her gün aynı yağmura uyanıyorum,
aynı sese, çiziyor bir jilet göğüsuçlarımı
gece çıplak, gece lal, gece dizlerinde uyut beni,
ninniler söylet peri kızına, düşlerimi sakla, beni sakla...
büyüklerin oyun zamanı şimdi
anlat baba, gel anlat savaşı bana.

çocuğum ben,
çocuğum
ve masal bitti.


Nisan 2008-ANKARA

08.04.2008 Tarihli Bir Tv. Haberinde, 5 Yaşında Filistinli Bir
Kız Savaşın Dehşetini Anlatıyor:
"oyuncaklar gönderiyor birileri nasıl sevineyim"