10 Şubat 2014 Pazartesi

DAVRANIŞLARIMIZIN KAYNAĞI, YARATICILIK VE SANAT
                                

Yaşadıklarımız konusunda kendimizi sorgulamayışımız çoğunlukla başkalarını yargılama cesareti veriyor. Üstlenmediklerimiz sorumluluklar sorunlarımızı azaltmıyor. 

Üzerinde kafa yormadığımız davranış yapımız nasıl şekillenir, nasıl değişir merak edeniniz oldu mu? İnsanın  kişisel gelişimini güçlendiren sonradan kazanılan edinimler midir, yoksa doğumla gelen temel özellikler midir? Yapılan bilimsel araştırmalarda bu sorunun yanıtını bulmak mümkün.

Prof. Dr. Özcan Köknel bu konuda şunları yazıyor; “Kişilik yapısının oluşmasını ve gelişmesini anlamak tutum ve davranışları ortaya çıkaran etkenleri tanımak için insan yaşamında güdülenmenin yerini ve rolünü bilmek gerekir. Yeni doğan bebekte, bütün insanlarda ortak olan doğal ve evrensel içgüdüler, bedensel gereksinimlerden kaynaklanan dürtülerden kaynaklıdır. Gelişme süreci içinde, bunlara toplumdan gelen dürtüler eklenir.

"Kişiliğin oluşmasında, bilinçlenmesinde tutum ve davranışı başlatan, açığa çıkaran, sürdüren, yönlendiren bilinçli ya da  bilinçsiz etkenlere  güdü denir. Gerçekte, güdü kavramı içinde içgüdü, dürtü, içsel itilme, gereksinim, eğilim, istek, istem (irade ) tutku, umut, beklenti amaç kavramları da yer alır. Bunlar kişilik gelişmesin de rol oynadığı gibi bir tutum ve davranışı ortaya çıkaran temel etkenler arasında da bulunabilirler. Aralarında sıkı bağlantılar vardır. Her hangi birinde ortaya çıkan gelişme ve değişme tutum ve davranışı değiştirebileceği gibi, bu gelişim ve değişmenin süresi kişilik yapısını da etkileyebilir.”

 Yukarıda bahsedilen içgüdüsel ve dürtüsel değişimlerin / gelişimlerin yanında, problemli ebeveynlerle birlikte dünyanın bir parçası olmaya çalışmanın zorluğu da önemli. Zira, çocukların  örnek bir model belirlemesi 3 ila 7 yaş dönemlerine denk geliyor. Önemli olan bu süreçte anne ve babanın davranış biçimleri. Çünkü çocuklar hafızaya kaydettikleri her hareketi  taklit edebiliyorlar. Diğer önemli bir konu bu gelişim dönemlerini ne kadar sağlıklı ya da  sağlıksız geçirdikleri. İleri ki yaşlarda bireyin toplumsallaşması bunlara da bağlı. Kısaca mutlu  bir aile, mutlu bir çocuk veriyor dünyaya. Diğer bir anlamda, kontrol edilemeyen  hayatlar insanların kendi seçimleriyle yolunu bulup   gidiyor. Ve siz bunu dışarıdan izlemek zorunda kalıyorsunuz. Bu konuda psikiyatrlar ve psikologlar özellikle; çocuklara uygulanan ödüllendirmeler ve cezalandırmaların yerinde ve zamanında yapılamaması üzerinde duruyorlar. Çünkü gereksiz ve keyfi uygulanan cezalar çocukta aynı hareketlerin yenilenmesi konusunda alışkanlık kazanmalarını sağlayabiliyorlar. Abartılan ödüllendirmeler çocuğu doyumsuzluğa, bir zaman sonra elindeki ile yetinmemeye yönlendiriyor. Sağlıklı birey yetiştirmek bir yerde sizinle de sınırlı kalmıyor. Çağınızın sunduğu olumlu ya da olumsuz gelişmeleri siz ret etseniz de, başkaları zorla yaşamınıza sokamaya çalışıyor (medyanın  sunumları, internetin sunduğu olanaklar, vitrinler vb). Sonrası siz, değerleriniz ve “modern” yaşamın dayattıkları diye, ikiye, üçe... Ayrılmaya başlıyorsunuz. “Modern” yaşama karşı mıyız ? Hayır ancak, mutsuzluğun nedenine yönelik doğru yanıtları alabilmek için,  yaşamın neresindeyiz, nasıl algılıyoruz, birileri sınırlarımızı ne kadar zorluyor... Gibi soruları sormaktan adeta çekiniyoruz. Yaşam kültürümüz ve bu kültürün kazandırdığı kapasite geleceğinizi bir şekilde belirleyen unsurlar. Gelecek insanlar için bilinçli ve anlamlı bir tercih olmalıdır oysa. Öte yandan sahip olunan gerçeklere yakın olmayan abartılı istekler hayal kırıklıkları getirecektir. Bundan dolayıdır ki yaşamın sizin pencerenizden nasıl göründüğü önemlidir.  

Çevremize baktığımızda mutlu / mutsuz birçok insanı görmek mümkün. Hepsinin kendilerini ifade ediş biçimleri  ve altında yatan öyküleri farklılık gösteriyor. Çocukluğumuzdan kalan duygusal defektler, genetik aktarımlar, fiziksel  kusurlar, çevresel koşulların dayatmaları değişime temel oluşturan faktörlerden bazıları... Gelişim sürecinde var olan güvensizlik, sevgisizlik, ait olamama, saygı eksikliği... Kişide duygusal yetersizlikler oluşturabildiği gibi, içsel çatışmalara neden olabiliyor.                                                               

Davranışların kaynağından yola çıkarak, yüzyıllar öncesinde ve günümüzde, sanatçıların başarılı ve kalıcı olmalarının altında yatan nedeni, olumsuz yaşanmış bir çocukluğa ve gençlik dönemine bağlamak mümkün mü? Kişiye göre değişkenlik gösterse de bu yansımalar insanlara bir ayrıcalık olarak geri dönebiliyor. Sanat insanları da, sanatçı kimliğini kazanmadan önce çocuktular. Örneğin; evrensel bir şair olan Arthur Rimbaud’un hayatı irdelendiğinde, babasının ilgisizliği ya da onun sahnede olmayışı yaşamında çok bahsetmediği bir ayrıntı olarak göze çarpıyor. Genel olarak yaşadıklarından sorumlu tutuğu tek insan annesidir. Belki de onu şiire yönlendiren annesinin katı kuralları, sevgisizliği, şairin içsel yalnızlığını oluşturan nedenlerin başında gelmektedir. İkinci örnek Wirgina Woolf, kaygılarını, içsel çatışmalarını yazarak dönüştürmeye çalışan bir yazardır. Yaşamın ona sunduklarını kendi ifadesiyle ve yorumuyla dile getirmiş olması ona yetmemiştir. Genç bir yaşta ölümü seçmiştir. Bu seçimin nedenleri ne olursa olsun, nereye dayanırsa dayansın onun ünlü biri olmasına engel olmamıştır. Sadece  psikolojik kaygılar değil kişilerin içindeki yeteneği ortaya çıkaran, fiziksel kusurlar da, insanlardaki azmi, hırsı ve başarıyı ortaya çıkarabiliyor: Bethowen’un sağır, Latin Amerikalı  Edebiyatçı  Jorge Luis Borges’in ve halk ozanlarımızdan Aşık Veysel’in âmâ oluşu... Gibi

Dünya da birçok şair, yazar, ressam, müzisyen genelde ortak bir nokta da buluşuyorlar. İçsel yalnızlıklarında. Geçmiş ya uyuyan bir canavar ya da uyumayan bir gerçek. Ancak bu gerçek her birinde farklı dönüşüyor yaşama. Dönüştüğü ve kabul gördüğü andan itibaren de en iyisi için daha çok çalışmak  hayatlarının bir parçası oluyor. Bilim adamları; yaratıcılığın temelin de yatanın ilkel nitelikteki eğilimlerin ve isteklerin, doğal amaçlara dönüştürülmesinden ve yaratıcılığa yönlendirilmesinden  (yüceltme) bahsediyor. İnsanın kendini gerçekleştirmesi ve ifade etmesi için sanat bir araç. Sanat için de yaratıcılık bir yol. Konunun girişinde de bahsedildiği üzere çocuklukta, gençlik dönemin de ve ilerlemiş yaşlarda görülen içsel çatışmalar ve bunun sonucun da oluşan kaygılar,  kişisel ve toplumsal edinimlerin dışa vurumu, yaratıcılığı  ortaya çıkarıyor. Sanatı ve sanatçı kişiliği de. Prof. Dr Özcan Köknel kitabında “Yaratıcılıkta doğuştan gelen içgüdüsel kazanımlar ve çevresel kazanımlar da etkilidir. Öte yandan ruhbilim öğretilerin de; yaratıcılığın kaygıdan kurtulmada, kendini gerçekleştirme de en olumlu yol olduğu kabul edilmektedir “  diye söz ediyor.

Ruhbilim ve sanat arasın da kurulan ilişki açısından bakıldığında Dr. Köknel “ sanatçı, düşlemlerine, tasarımlarına, imgelerine sanat ölçümleri, içerisin de biçim verir. Onları zihnindeki soyutlamalardan kurtarıp gerçek ve somut bir nesneye  dönüştürebilir “ diyor. Bu da sanatın kendi iç disiplinini ve dinamizmini ortaya koyuyor. Teknik açıdan önemli olsa da bu disiplin, sanatçının yaşam pratiğinde yeri olmayabiliyor. Zaman zaman görülen uzaklaşmalar, kayboluşlar ve dirilişler kişinin nevrotik yapısıyla ilişkilendirilmesi doğal. Bazıları bu yanını çok iyi bir esere yansıtabildiği gibi, bazıları da farklı alışkanlıkları ediniyor. Alkol, esrar, kokain… Gibi. Ya da özelin de cinsel tercihlerine, ilişkilerine yansıtıyor. Hepsinin bir ara da yaşandığı örnekleri görmek mümkün. Bu, geçmişe ve güncelliğe dayalı içsel sorunların çözümlenmeyişi, anlaşılamayan, fildişi kulelerinde yaşayan, öznel ve nesnel farklılıklar yaratan “Tanrının verdiği güç “ ya da “ yaratıcı tutkuları, zorlayıcı eğilimleri olan saplantılı kişiler “in daha çok yaratıcılığı ve sanatı öne çıkaracakları bir gerçek.

Çocukluğumuz ve yaratıcılığımızın yansıması olan sanat/sanatçı kişiliği, toplumsal gerçekçi yanımıza bir ivme kazandırıyor. Nedenine gelince; kimliksizleştirilmeye çalışan bir toplum da ayakta kalmak için direnen insanlara örnek oluşturuyorlar. Birçoğu toplumun değer yargılarıyla ters düşseler de,  bu insanlar hepimizin içinde, karanlıkta kalan bir yanımızı aydınlatıyor.

Aydanur Saraç
Ocak 2002 Kavram Karmaşa Dergisi

Kaynak
--------------
-Arthur Rımbaud, "Dizeler."
Çeviren; Erdoğan Alkan ( Dünya Klasikleri dizisinden)
-Prof.Dr.Özcan Köknel
"Kaygıdan Mutluluğa, Kişilik" (Altın Kitaplar Yayınevi)
-Celal Üster

Radial Kitap Eki ( yeryüzü kitaplığı 18/1/2002)

13 Aralık 2013 Cuma

"TANRI ve ŞEYTAN İKİLEMİNDE BİR" Aydanur Saraç

"Charles Baudelaire" (1821-1867) |                        

Charles Baudelaire | Nadar

Bırakmıştı kendini koynuna sevgilerin
Süzüyordu divândan o güzel bakışları
Bir deniz kadar tatlı, bir deniz kadar derin
Kıyıya çarpar gibi ona vuran aşkımı.
Gözleri gözlerimde sanki evcil bir kaplan
Düşle dolu biçimden biçime giriyordu
Şehvete ve arzuya kucak açmış saflığı
Her tavrına yeni bir albeni veriyordu.

“Takılar” / Baudelaire
Türkçesi: Erdoğan Alkan
Yaşadığınız yüzyılın insanı olamamak çok kışkırtıcı olsa gerek. Ya da anlaşılmama durumunun anarşist duruşla ilişkilendirildiği bir çizgide sınırlandırılmış olmak. Orta sınıf bir ailede büyümüş, ihtirasları ile çevresi arasında kalmış genç bir insan düşününüz. Dayanma ve mücadele gücü, içinde yeni savunma teknikleri geliştirecektir. Bence Baudelaire bu kişiliklerden biri.
Çatışmalar ve engellemeler yıkıcı sonuçlar doğursa da diğer bir taraftan yaratıcılığı artırır. Nasıl eğitiliyor ve kendinizi nasıl eviriyorsanız, yanıtlarınız da o anlamda idealinizdekine yakın bir yere geliyor. 300 yıl önce –gerek sembolistler gerekse diğer akımlar içinde yer alan– edebiyatçılar kendi ideallerine ne kadar yaklaştılar bilmiyorum ama birçoğunun eksik ülküleriyle öldüğüne eminim.

Kötülük Çiçekleri | Carlo FarnetiBir sonsuzluk saplantısı

“Kendimi öldürüyorum, çünkü başkaları için yararsız, kendim için tehlikeliyim.” diye yazar, Baudelaire. Ve kendini yakaladığı derinlikte “yararlı bir adam olmak bana hep iğrenç bir şey gibi geldi” diyerek bir önceki düşüncesini de destekler. Yaşadığı düşünsel gelgitler, bilinçaltı ve bilinçüstü yolculukları, çoğunlukla kendi yalnızlığını, kararsızlığını, keşfettiği özel alanıdır da aynı zamanda. Ve çelişik ifadeler en çok da bu süreçte yaşanır. Çünkü yetersizdir, içinde bulunduğu bu sıkıcılığı anlamlandıramayacak kadar hayalidir düşünceleri. Öyle ki, bu duygusal gelgitler içinde kitabının ulaştığı başarı onu uzun süre mutlu etmeyecektir. Belki de kendi ilgilerini “ciddiye almadığı” içindir bu yılgınlığı. En çok bilinçliliğini bastırmaya çalıştığı süreçlerde patlama ve yeniden dirilmeyi gerçekleştirir. Uzun süreli hiçbir girişim ona göre değildir. Bir sonsuzluk saplantısı vardır ve onu tanımlayan varla yok arasında olandır. Dokunulandır ama aynı zamanda da ulaşılamayandır. “Göz ucuyla görülen”dir kanımca, bu da kayıp etme olasılığı ile içi doldurulmuş bir bakıştır. Bir çelişkidir belki de sonsuzluk onun için; bahsedildiği gibi, hem var olan hem de olmayandır. Kendini anlama ve tanıma biçimine “Her insanda, her zaman, eşzamanlı iki eğilim vardır; biri Tanrı'ya, öteki Şeytan'a doğru.” düşüncesi açıklık kazandırır. Farklı düşünebilen insan, aynı zamanda girift bir özellik taşır. Felsefecilerin aşkınlık olarak anlamlandırdığı bu durum Baudlaire'i anlatmaktadır. İki tezat yönelimin biri iyi olmayı, diğeri kötü olmayı simgelerken total olarak içsel dağınıklığına da işaret eder şairin. Bu baskılanma duygusunun, sıyrılmaların, ikilemlerin altında yegâne özgür olma/olamama kaygısı yatıyordur. Özgürlüğünün kaynağı kendisidir. Başkalarının yarattığı bir dünya değildir. O bu dünyanın içinde gelip uçurumun başında durur ve bakar, kendi içinde saklanmayı, kaçmayı bir oyun haline getirir. İçinde, büyümeyen, başkalarının yanında saklı kalan ve en çok da annesinin yanında ortaya çıkan bir çocuk taşır Baudelaire. 

Charles Baudelaire | Nadar“Hem putum, hem arkadaşımdın”

Annesine yazdığı mektuplardan anlaşılır ki, anne hem öfkesini kustuğu bir arkadaş, hem de bir limandır. “Durumumu sana açmak için ne zaman kalemi elime alsam, seni kahretmekten, zayıf düşmüş bedenini incitmekten korkuyorum. Her an canıma kıydım, kıyacağım, bundan hiç kuşkun olmasın. Beni çok, çok sevdiğini biliyorum; aklın kör ama yüce bir karakterin var! Canıma kıymam sana saçma geliyor değil mi? 'Demek yaşlı anneni, yapayalnız bırakmayı düşünebiliyorsun', diyeceksin. Buna doğrudan hakkım olmasa da otuz yıla yakın bir süreden beri çektiğim acılar bağışlanmama yeter. Allah korkusu da yok mu?, diyeceksin. Görünmez bir dış varlığın kaderimle ilgilendiğine inanmayı ne kadar isterdim (bu konuda nasıl içten olduğumu benden iyi kimse bilemez); buna inanmak için ne yapsam bilmiyorum ki? Ben senin yanında hep yaşayan bir varlıktım; yalnızca benimdin artık. Hem putum, hem arkadaşımdın. Çok çok gerilerde kalmış yıllardan tutkuyla söz etmeme belki şaşacaksın. Ben bile şaşıyorum. Belki de ölümü bir kez daha arzulamamdan, geçmişin, eski vakaların aklımda lif lif çözülmesinden kaynaklanıyor bu. Daha sonra, bilirsin, kocan, ne acımasız bir eğitim seçti benim için; kırk yaşındayım ve hâlâ o kolej yıllarını ve üvey babamın oluşturduğu korkuyu acıyla hatırlıyorum. Yine de onu sevmiştim, zaten bugün ona hak verecek olgunluktayım. Hasılı sakat tutumunu ısrarla sürdürmüştü. Bu meseleyi geçelim; zira, gözlerindeki yaşları görür gibiyim. Sonunda kurtuldum ama tümüyle terk edildim.
İnandığı ilkelerden sapmayan, inatçı, tembel, aşırı derecede uyuşturucu kullanan, cinsel açıdan kesinlikle tuhaf sayılabilecek biri olarak anlatır onu Sartre. İç disiplinle değil de güdümlenerek hızını kullanır. Bundan memnun olmasa da öyle olmasını ister. Kendisiyle verdiği savaşı sürekli canlı tutmasına, çok erken yaşlarda babasını kaybetmesi -baba sevgisini gözetmenlerinde bulma arayışı- ve annesine olan düşkünlüğünün ensest denilebilecek boyutlarda olması bir neden oluşturur. Ancak yine de yaşadığı süre içinde anneye maddi bağımlılığının devam etmesi ve buna rağmen kendini sefaletin içinde bulması, şair olarak oradan beslenmesini sağlamış olabileceğini de gösteriyor. Fakat aynı zamanda bir sona gidiştir de bu.

Kötülük Çiçekleri | Charles BaudelaireBireysel incinmişlikler ve psikolojik tepkiler

Paris Sıkıntısı ve Kötülük Çiçekleri kitaplarında bu hayal kırıklığı ve hayata karşı duyduğu öfke öne çıkar. Onu bu kadar öfkelendiren toplumun -burjuva devrimleri ile- kötü koşullarda yaşaması ve bu değişmelere toplumsal tepkinin gösterilmemesidir. Çünkü bu değişim halk tarafından bir tehdit olarak algılanmıştır. Şair bu kötü giden yaşam koşullarını iyimserlikle karşılamaz, bunları çok açık bir biçimde ürünlerinde anlatır. Sembolist olmasının yanında realist bir duruşu vardır Baudelaire'in. “Sıkıcılık” ve “Tepkisellik” onu anlatacak iki kelime olmasının ötesinde toplumsal tekdüzeliğe karşı geliştirdiği önemli savunma aracıdır. Fransız Devrimi'nin idealist yanı istenildiği gibi gerçekleşmemiş, aydınlar ve halk bu süreçten bir hayli etkilenmişlerdir. Şair olumsuzlukları anlatırken yolsuzluklara, yoksulluklara neden olanlara ve bu yükün altında ezilenlere de öfkesini dile getirir.
Genel olarak kişisel gerginlik ve öfke hali, bireysel ve toplumsal sorunların karşısında duyarlılık gösteren bir şairin iç sıkıntısıdır. İç döküm, iç haykırış yazılırken bireysel incinmişlikler ve psikolojik tepkiler de gerçeklerle birlikte verilir. O nedenle Baudelaire'in anlaşılmasını ağırlaştıran bir olumsuzluk olarak yansımıştır bu durum bana kalırsa.
Geçmişi ele alındığında: Charles Baudelaire'in babasının erken yaşlarda öldüğü, üvey babası tarafından, “Lyon Krallık Koleji”ne yatılı öğrenci olarak yerleştirildiği görülür. Ki bundan dolayı onu hiç affetmeyecektir.“Balkon” şiiri bu sürece aittir. Ölçüsüz tavırları nedeniyle liseden atılır, okulu dışarıdan bitirir.
Kötülük Çiçekleri | Charles Baudelaireİç karışıklığın yükseldiği dönemde, albay olan üvey babası onu Hindistan'a göndermek isterse de o, Bourbon adasında aile dostları olan, Adolphe Autard de Bragard'ların yanında kalır. Yolculuk sonrası “Albatros” şiirini yazar. “Sömürgeli Bir Kadına” şiiri yolculuk sırasında yazılır. O sürece dahil diğer şiirleri ise, “İnsan ve Deniz”, “Alıp Götüren Koku”, “Moesta et Errabunda” ve “Yolculuk” başlığını taşır. Tiyatro oyuncusu olan Jeanne Duval ile tanışır; “Elem Çiçekleri” onun için yazılır. “Füzeler”, “Çıplak Yüreğim” isimli şiirlerinde aşk ve kadın imgesi kullanılır. “Benim güzelimin tanımını buldum. Bu güzel, yakıcı, hazin, anlaşılmayı zamana bırakan, biraz kapalı bir şey. Fikirlerimi bir kadın yüzünü örnek alarak açıklayayım.” der.

Kalbin tüm kokuşmuşluklarına açık bir hastane

Fransız Devrimi sırasında (1848) Baudelaire barikatlarda yer alır. Bireysel bir başkaldırıdır da bu aynı zamanda. Üvey babası ve annesi ile –varisi olduğu 100 bin frank için– yol ayrımındadır. Bu anlaşmazlık büyük bir öfkeyi doğuracaktır onda. Aile kavramının parçalandığı bir süreçtir bu dönem. İhtilalden yedi yıl sonra “Modern Şiir'in ilk örnekleri arasında yer alan Kötülük Çiçekleri (Les Fleurs du Mal) ismi ile kitap olarak yayınlanır. Kitabın yayınlandığı yıl, bazı bölümleri gayri ahlaki olarak değerlendirilir ve dava açılarak “Takılar”, “Léhté”, “Pek Neşeli Kadına”, “Lesbos”, “Lanetlenmiş Kadınlar”, “Vampirin Değişimleri”, “Non Sataita”, “Güzel Gemi” ve “Kızıl Saçlı Dilenci Kız” şiirlerinin “aktöreye saldırı” olarak kabul edilir; “Aziz Pierre'in İsa'yı İnkârı”, “Habil ile Kabil”, “Şeytan'a Methiye” ve “Katilin Şarabı” isimli şiirleri de, “dinî inançlara saldırı” ithamıyla yasaklanır. –Yasaklama eyleminin günümüzde bir gelenek haline gelmesi ilginç bir tesadüf olsa gerek.– Théophile Gautier üstüne kaleme aldığı çalışma, Les Fleurs du Mal | Charles BaudelaireVictor Hugo'nun, Kötülük Çiçekleri üzerine yazdığı bir mektupla beraber yayınlanır ve Victor Hugo, “Elem Çiçekleri'niz yıldızlar gibi parlayıp, ışık ve kıvılcımlar saçıyor.” diye yazar. Bu beğeninin aksine başka bir yazıda kitabın rezalet olduğu, “İğrençlik, rezillikle dirsek dirseğe; kokuşmuşlukla çirkef kol kola girmiş” cümleleriyle verilir. Diğer bir yazı ise bu düşünceleri destekler yöndedir. Çünkü “Bu kadar az sayfada, bu kadar çok memenin ısırıldığı ve çiğnendiği hiçbir kitap da görülmemiştir; bu kadar iblis, cenin, şeytan, kemirgen, kedi ve kurtların cirit attığı başka bir kitap da yoktur. Bu eser, aklın tüm delilik ve saçmalıklarına kalbin tüm kokuşmuşluklarına açık bir hastanedir… Kötülük Çiçekleri şiir kitabı Madame Bovary kitabı ile kıyaslanır ve “roman bile ağzı süt kokan bir çocuk gibi kalır” denilir.
Bütün bu yazılanlara şairin de bir yanıtı vardır elbette: “Şiirin amacının şunu veya bunu öğretmek olduğunu düşünen bir yığın insan var. Şiir, gelenek ve görenekleri yetkinleştirmeliymiş, şuuru güçlendirmeliymiş, kısaca yararlı olanı göstermeliymiş. Kişi kendine eğilme, ruhunu sorgulamak, coşkulu hatıralarını yâd etmek istesin, yeter, o zaman şiir'in şiirden başka amacı olmadığını görürüz. Sözüme kulak verilsin, şiir gelenek ve görenekleri soylulaştırmaz, demiyorum; son amacının, hedefinin, insanları bayağı çıkarlar üzerine yükseltmek olduğunu yok saymıyorum. Söylemek istediğim şu: Eğer şairin tek amacı aktöreyi izlemek ve savunmak olursa o zaman eserinin şiirsel gücü de zayıflamış olur. Hatta denebilir ki, böyle durumda ortaya çıkan eser de kötüdür.” Bu tartışmalar uzun süre devam ederken aynı süreçte Poe'den yaptığı çeviriler kendi şiirleri ile yayınlanır. Reuve des deux Mondes isimli dergide de on sekiz şiiri çıkar. Le Pre'sent isimli dergide “Gece Şiirleri”. Artiste dergisi için de Flaubert hakkında analiz çalışmasını kaleme alır.
Yapma Cennetler | Charles BaudelaireBaudelaire'in sağlığı gittikçe bozulur. –Frengi hastasıdır; ancak yazma ediminden de uzak duramaz. Bunu afyon ve geyikotu gibi uyuşturucu maddeleri kullanarak gerçekleştirir. 1860 yılının Mayıs sonunda diğer kitabı Yalancı Cennetler (Paradis Artificiels) yayınlanır. 1864'te Le Figaro'da, altı şiiri kapsayan “Le Spleen de Paris”i yayınlanır.
Dönüp yukarıda onun için yazdıklarıma/yazılanlara bakıyorum ve Baudelaire profilini yeniden çiziyorum. Toplumsal anlamda ideolojik duruşu belli olmayan şair, bohem hayatı yaşar. İçsel bungunluğunu tetikleyen sosyal statünün sarhoşluğu, bireysel ilişkiler ve toplumsal alanda yaşanan kaos, onu ilginç bir sınıra getirmiştir. Kendisiyle uğraşan, kendini yoran, zaman zaman intiharı düşünen –başkalarına acı çektirme içgüdüsü ile olabilir– bir çizgidir bu. Elbette şair olarak yargılanması noktasında koyduğu tavır çok ciddidir ve şimdi için de bir örnek oluşturur.
Şairin ve –sembolist diğer şairlerin çıkış noktalarını oluşturan– klasik gelenek ve baskılara karşı şiirleriyle varoluşları, “avangard sanat” ve edebiyat için bir temel sayılmaktadır. Diğer yandan Baudelaire de olmak üzere özel yaşamları birbirine benzeyen diğer şairleri incelerseniz, temel olarak travmatik geçmişlerinin uzantısı olan duygusal tercihlerinin hep risk taşıdığı ve o risklerin bedellerini ödeyerek yaşadıkları görülür. Elbette sanat onlar için vazgeçilmezdir. Koşulları ve tercihleri ne olursa olsun, aynı anda iyi eserlerin de sahibi olunabiliyor pekâlâ.
                                                  
Not: Bazı yazılarda ve çevirilerde Kötülük ÇiçekleriElem Çiçekleri olarak geçmektedir. Aynı durum Yalancı Cennetler için de söz konusudur, Yapma Cennetler ismiyle dilimize çevrilmiştir.

Kaynaklar:
Jean Paul Sartre, Baudelaire, İthaki yayınları, 2003
Sinami Orhan, Charles Beaudelaire yazısı, 
Akademya'ya Doğru Kültür ve Sanat Platformu
~~~
mavi melek edebiyat, kültür sanat'
Sayı: 39, Yayın tarihi: 22/07/2009

19 Kasım 2013 Salı

YUNUS’TAN PİR SULTAN’A AHVALİUMMAN




Elimdeki çalışmaya bakıyor ve müziğin evrensel bir dilin temsilcisi olduğunu bir kez daha anlıyorum. Neden biri ya da birileri çıkar da yedi yıl bir sesin peşinden gider ki. Bir kuyuya taş atmanın dışında nedir bu gidiş? Reklamınız, arkanızda bir gücünüz yoksa ya da geleneksel dilin dışında bir şeyler yapıyorsanız ne bekleyebilirsiniz bu piyasadan? Elbette sanatçının sesinin gücü, yetkinliği özellikle besteleyen bir sanatçının diğerlerinden öne çıkan özelliği –belki- bu süreci bir parça kolaylaştırabilir ancak başka bir gerçek var ki; emeğin yanında finansmanın da çok önemli olduğudur. Diğer türlüsü akıntıya kürek çekmek demek oluyor. Ve bazen akıntıya doğru gitmek de gereklidir. Buna giden yolu belirleyen de sanırım amaçlamak ve inanmak olmalı.

Şehriban Ebem, yüreği sesi kadar gür, direngen, kendine inanan, ilkeli bir müzisyen. Onun için buna benzer övgülere devam edilebilir elbette. Ve hak ettiğine emin de olabilirsiniz. Kökleri sağlam bir aileden, bir kültürden geliyor. “İnsan kokusunu hissetmediği” yerde durmayan önemli bir anlayışı da taşıyor benliğinde. En büyük zenginliği de bu sanıyorum. Onu ilk kez Bartın Belediyesi sahnesinde izlediğimde ne büyük bir sorumluluk taşıdığına tanık olmuştum. Sahne soğuktu, o titreyerek konserini tamamlamıştı. Ve karşılığında ödülü sadece memnuniyet ve teşekkürdü. Bu çok önemli elbette. Amatör düşünmek ve bu duyguyu hissederek söylemek ama doğru söylemek. İyi bir iş her zaman karşı tarafa geçer, geç olsa da yerini bulur.

Bu yazıyı yazmaya karar verdiğimde -okuma yaparken- anladım ki müzik, mitolojik bir tarihle ve öyküleriyle hayatımıza giriyor. Hem insanı mutlandıran hem de tuzağa düşüren bir araç. Ve kışkırtıcılığı, gizemi nedeni ile mitolojiden günümüze diğer sanat dallarından farklı bir yere oturmuştur. Yrd.Doç.Dr. Recep Uslu’nun mitoloji müzik ilişkisi içerisinde ele aldığı “Harry Potter'in Anka  Kuşu Veya Müziğin Anka Kuşu "Kaknüs" (Müzik Mitoloji İlişkisinden Bazı örnekler)” yazısından -bu konuda çok fazla hikaye vardır aslında ama müziğin keşfi ve etkileyici gücüne örnek olması açısından- sadece iki alıntıyla yetineceğim, şöyle bahsedilir ilgili yazıda Doğu Mitolojisi’nden: ‘Hz. Süleyman'ın öğrencilerinden sayılan Pisagor’a üç gece rüyasında bir nurani kişi, falan deniz kenarına git, orada bir bilim bulacaksın’ demiş, “Pisagor gidip orada hiçbir şey bulamayıp geri dönerken orada bulunan demircilerin çıkardıkları seslerden müziği icat etmiştir” Pisagor ruhunu terbiye için uyguladığı riyazet metoduyla gezegenlerin bulunduğu semaya kadar çıkar ve feleklerin hareketinden çıkan müziği dinlermiş.”

Yukarıda bahsedilen müzik ve tuzak ilişkisine denk düşen diğer bir –mitolojik- öyküyse Kaknüs adı verilen kuşla ilgilidir. Gagasında yüzlerce delik bulunan ve hiç eşi olmayan bu kuş “eş bulmak ümidiyle tatlı tatlı ötermiş. Gagasındaki bu deliklerden çıkardığı ötüşlerin/ nağmelerin etkisine gelen diğer küçük kuşları yiyerek beslenirmiş. Çok uzun yıllar yaşar, öleceği zaman ötmesi çoğalır, sonra birden alev alır ve kül olurmuş. Küllerden yeni bir yavru Kaknüs kuşu doğarmış. Bu kuşu merak eden bir filozof, uzun arayışlar sonunda onu bir ormanda bulmuş ve günlerce onu izleyip nağmelerini dinleyerek müziği icat etmiş”.. Bahsedilen Kaf dağının arkasında olan Zümrüdü Anka (Simurg) kuşudur aynı zamanda. Ya da batıdaki adıyla Phoenix efsanesidir. İnancın ve hırsın timsali olan ve amacını gerçekleştirmek için zorlu bir yolculuğa çıkılmasına neden olan gizemli bir kuşun ülkesinde tınıya karşılık bir bedel vardır. Yunan mitolojisine bakıldığında ise eğlenceli bir yaşamın aracı olarak görülmekte müzik ve daha çok tanrıların gölgesi altındadır. Her iki öyküyle başlayan serüven yüz yıllar sonra artık hem bireyin temsil ettiği hem devletin desteklediği bilimsel bir çerçeveye oturmuştur. Okulu vardır ve müziğin temellendirildiği yer buradan gücünü alır. Sanıyorum bilimsel bir yanı olması ve doğrudan müziği ilgilendirmesi açısından bu çok önemli bir ayrıntıdır.

Konservatuar mezunu olmayan birçok sanatçı gibi Şehriban da müziğin yaratmış olduğu sihrin fazlasıyla farkındadır. Ama ayakları yer basan bir farkındalıktır bu.
Her zaman söylerim ses sözden önce varıyor kulağa. Çünkü ritim ve ileti müzikal bir dille daha kalıcı oluyor.  Diğer taraftan şiirle müzik arasında aslında bir akrabalık da kuruluyor. Bakınız mesela yunan mitolojisinde "Muse/ Musi" etkili söz, şiir anlamına gelmekte ve iki kelime Arapça'da birleşerek Musıki olarak geçmektedir. Freud ne zaman insem şairler benden önce oradadır dediği insan beyni sanırım önce sesleri algılıyor. Bu bir avantaj elbette. Sözlü ve yazılı edebiyatımızda yer alan şiirin tek doğrusunun ve yorumların kişilerin beğenilerine özel olması müzik sanatının oturduğu tahta oturmamasına neden olsa da şiir ve müziğin buluşması birbirleriyle örtüşecek güfte ve beste ilişkisinde de paralel gider. Bu da sesin ve sözün yakaladığı ayrı bir sinerjidir. Sanatçısı açısından hem yazmak, hem bestelemek hem de yorumlamak üç ayrı altın bileziğin kola takılmasıdır bana kalırsa. Sırası gelmişken onun öykü yazdığını ve bunları radyoda dillendirdiğinden de söz etmek gerekir. Çalışmalarını sesle buluşturuyor olmasını sanırım bir heves olarak görmemek gerekir. Hani bunun kıskanılası bir durum olduğunu da söylemeliyim.

Şehriban şarkılarını bir felsefe çerçevesinde seslendirmiştir. Sözler Yunus’tan, Pir Sultan Abdal’a varan bir çizgide biriktirilir. Yaşamı anlama, anlamlandırma noktasında bireyden uzaklaşarak diğerlerinin de içinde olduğu bir dünyadan bahseder. Önemli olan insanın kendisidir. Yaşadığı dünyadan edindikleri serveti değildir. Servet manevi olandır çünkü her iki büyük ozanın cümlesinde geçerli olan budur. İyi bir sesin profesyonel bir ruha taşınması ehli ellerin içinde olduğu bir çalışmayla da taçlandırılır kuşkusuz. Can Atilla işte bu noktada keyifli, insanın içini ısıtan, sinen bir çalışmaya imza atmış bulunmakta. Sadık Aslankara yazısında Şehriban ve Can Atilla işbirliğinden bahsederken haklı olarak iki noktaya dikkat çekmiştir: “Çalışmanın içselleştirilme sürecindeki” yakaladığı doygunluğa ve “Bu konuda duyulan güvenin disiplinle karılarak sürdürülmesi” konusuna. Uzun yılların, sabrın ve inanmanın eseri olan ruhla, Can Atilla’dan istenilen ruh da oradadır.

Şehriban Ebem, uzun yıllar emek verdiği bu çalışmayı sponsor olmadan, fizik mühendisliğinden kazandığı ve biriktirdiği parayla yapmaya çalışıyor. Neden yedi yıl sürdüğünü merak edenlere söylemek isterim. 

                                                                                                                                  Ankara 2009


bu yazı,  ağustos 2013'de http://yerelce.wordpress.com de yayımlandı.